TARİHİ DEĞİŞTİREN HİCRET
Üç Bölümlük Belgeselin Senaryosu
Önsöz
Doğduğu ve hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Mekke’yi severdi. Çocukluğunda bir kaç defa buralardan ayrı kalmıştı. Bir keresinde annesi Vehb kızı Âmine ile Medine’deki dayılarını ziyaret etmek için ayrılmıştı. Daha sonra amcası Ebu Talip ile Şam’a gitmişti. Üçüncü kez ayrılması ise Huveylid kızı Hatice’nin ticaretini yürüttüğü zaman olmuştu.
Bütün Mekke halkı onu severdi. Ona doğru ve güvenilir anlamına gelen “es-sadıku’l-emin” lakabını takmışlardı. Ne var ki, Mekke halkına Allah’ın Peygamberi olduğunu söylediğinde onlar sırtlarını döndüler. Önceleri onu caydırmak için servet ve itibar teklif ettiler. O ise her türlü pazarlığı kesinlikle reddetti ve ben; “Allah’ın size gönderdiği peygamberim” dedi. Onları on üç yıl İslam’a çağırdı. Onlar ise on üç yıl ona düşmanlık yaptılar. Ashâbı ile beraber Mekke’den ayrılarak Medine’ye hicret etti. Korkular ve sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıktı. Kureyş onu ölü veya diri getirene 100 deve vaat etmişti.
Hikâye buradan başlamaktadır.
Doktorun Konuşması:
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Ben Halid Ebu’l-Hayr, bu yolculukta sizinle birlikte olacağım. Beraberce Allah Rasûlü, Abdullah oğlu Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke-i Mükerreme’den başlayıp Medine-i Münevvere’de son bulan hicret yolunu keşfetmeye çalışacağız.
Bu belgeselin hazırlanması tam iki yıl sürdü. Hicret güzergâhını belgeleyebilmek için ilk kez helikopter kullanmak durumunda kaldık. Zira mesafe 450 km uzayıp gitmekteydi. Bu çalışmayı Suudi Arabistan Jeoloji Etütleri Daire Başkanlığının işbirliği ile yapmış olduk.
BİRİNCİ BÖLÜM
“Ben Abdullah oğlu Muhammed, Allah beni sizlere gönderdi. Sizleri putlara tapınmaktan vazgeçip sizi ve bu evreni yaratan Allah’a ibadete çağırıyorum”. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kureyş’e hep bunları söylüyordu.
Kureyş erkeklerinden ve kadınlarından çok azı ona iman etmişti. Ne var ki, iman edenlerin çoğu zayıflar ve kölelerdi.
Kureyş, İbrahim (aleyhisselam)’ın dini ile örtüşse de, Mekke’yi ve Mekke’deki Kâbe-i Muazzamayı yüceltse de bu dini ekonomik ve siyasi çıkarları için tehlike kaynağı görüyordu. Çünkü bu yeni din kadın veya erkek, köle veya hür olsun insanlar arasında eşitliği kabul ediyordu. İslami ölçüye göre haklar ve görevlerde herkes eşitti. Böyle olunca Kureyş, sahip olduğu ve Arapların hepsinin de kabul ettiği konumundan nasıl vazgeçebilirdi!
Allah Rasûlü’nün getirdiği kelam ne şiir ne de nesirdi. Çok iyi bildikleri Arap dili ile gelmişti. Ancak bu kelamın benzerini getirmeleri için onlara meydan okuduğunda onlar; on sûre, bir sûre veya bir ayet dahi olsa benzerini söylemekte çaresiz kalmışlardı.
Misafir: Peygamberlerin hicretleri (aleyhimusselatu vesselam), onların üzerindeki baskılar artıp dinlerini yaşayamaz hale geldiklerinde söz konusu olmuştur. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin hicreti de üzerindeki baskılar artıp, Kureyş tarafından kuşatmaya alındığında söz konusu olmuştu. O gerçekten de değiştirmek için gelmişti.
Misafir: Bu putlar cahiliye toplumunun temel ideolojisini temsil ediyordu. Putları eleştirmeyi onları parçalayan bir balta olarak düşünüyorlardı. Bu yüzden de tehlikeli görüyorlardı. Çünkü geçimleri bu putlar sayesinde gelen kaynaklara dayanıyordu.
Ümitsizlik kalplerini kuşatmaya başlamıştı. Araplar Hac mevsiminde tek Allah inancına çağıran bu Kureyşli peygamberi işitmeye başlamışlardı. Oysa Kureyş ve Araplar Kâbe’nin içinde ve etrafında 360 puta tapıyorlardı.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Rabbinin adıyla oku ki, O yarattı… O insanı bir “alaq”tan yarattı.”
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin Ashâbı bi’setin beşinci yılının Recep ayında Mekke’den ayrılmışlardı. On erkek ve dört kadındılar. Bir rivayette, beş kadın olduğu ifade edilmektedir. Kureyş onları yakalayıp Mekke’ye geri döndürmek için yola koyuldu. Onların ardına düştüler ve nihayet denize kadar onların izini sürdüler. Ancak Müslümanlar çoktan Habeşistan’a doğru denize açılmışlardı. Orada Necaşi adında, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin “O adaletli bir kraldır, onun mülkünde kimseye zulmedilmez” diye nitelediği bir kral bulunmaktaydı. Ne var ki, Kureyş onların peşinden geldi ve itibarlarını zedelemeye çalıştı. Hıristiyan olan Necaşi’nin dini duygularını kışkırtarak Muhammed’in Meryem ve oğlu İsa (aleyhimesselam)’a hakaret ettiğini yaymaya başladılar. Neredeyse Necaşi, elleri kelepçeli bir vaziyette onları Kureyş elçileri ile geri gönderecekti. Tam bu esnada Cafer b. Ebi Talib Kur’an-ı Kerim’den Meryem Sûresi’nin başındaki ayetlerden Necaşi’ye okumaya başladı. Böylece Meryem ve Allah’ın elçisi İsa’nın Allah’ın Peygamberi Muhammed (aleyhimüsselam) katındaki değeri ortaya çıkmış oldu. Bunun üzerine Necaşi Müslüman muhacirleri bağrına bastı. Müslümanları konuk etti ve himayesine aldı. Kureyş’in elçileri de çaresiz geri döndüler.
Diziden bir kesit; (Kâbe’nin Rabbi hakkı için, o ne büyük bir musibettir! Bu yüzden size geldim, hemen yola çıkmalıyız, evet, yola çıkalım).
Mekke’deki Müslümanların hayatında büyük bir değişim meydana geldi. Ve Mekke’de İslam’ın yayılmasının mümkün olduğuna dair Müslümanlar içinde ümitler doğmaya başladı. Ne de olsa bu dönemde Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin amcası Abdülmuttalip oğlu Hamza yeğenine destek için Müslüman olmuştu. Allah Teâlâ gönlüne bir genişlik vermiş ve İslam’da karar kılmıştı. Hamza (radıyallahu anh) Kureyş pehlivanları içinde en güçlüsü ve en bileği bükülmezi idi. O Müslüman olunca Kureyşliler artık Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin güçlendiğini ve dokunulmaz olduğunu gördüler. Bundan sonra amcası onu koruyacak ve gözetecektir. Bu yüzden eskiden yaptıkları bir takım şeyleri artık bıraktılar.
Hamza (radıyallahu anh)’dan sonra Ömer b. El-Hattab (radıyallahu anh) da Müslüman oldu. Ömer (radıyallahu anh) de karşı konulmaz ve bükülmez güce sahipti. O da Müslüman olunca Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin Ashâbı onunla ve Hamza (radıyallahu anh) ile güç kazanmış oldular. Bu iki yiğit Müslümanlar Habeşistan’a hicret ettikten sonra Müslüman olmuşlardı. Onların Müslüman olmaları Müslümanlara güç kuvvet katmış, müşrikleri perişan etmişti. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin Ashâbı inançlarını açıktan dile getirme hususunda yüreklenmişlerdi.
Diziden bir kesit; (Haydi, onu bana geri çevir, gücün yetiyorsa… Ey Mekkeliler! Ey Mekkeliler! İşte huzurunuzda ilan ediyorum ki, ben Muhammed’in dini üzereyim. Kim benimle savaşmak isterse gelsin işte ben buradayım!)
Müslümanlar Hamza ve Ömer’in Müslüman olduğunu duyunca Habeşistan’dan Mekke’ye geri döndüler. Bu iki değerli sahabenin Müslüman olması ile Müslümanların güç bulacağına ve kuvvetlerinin artacağına inanıyorlardı.
Kureyşliler Kâbe’nin etrafında Daru’n-Nedve’de çokça bir araya gelip görüş alışverişinde bulunuyor ve birçok kararlar alıyorlardı. Önce Mekke’ye gelen herkesin gözünde Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i küçük düşürmek için propaganda kampanyası başlattılar. Aralarında aldıkları ortak karar gereği Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in deli, sihirbaz, kâhin olduğunu söyleyecekler, ondan kaçın; o karı ile kocanın arasını, evlat ile annesinin babasının arasını açan bir kişidir, diyeceklerdi. Bu kara propaganda bir takım sonuçlar vermeye başlamış, hatta Mekke’ye ziyaretçi olarak gelen bazı kimseler, onun sözlerini duymamak için kulaklarına pamuk bile tıkamışlardı. Ne var ki, bu da fayda vermedi. Ziyaretçilerden bir kısmı kulaklarındaki tıkaçları atmış ve onun sözlerine kulak kesilmişlerdi. Netice kalpleri o sözleri kabul etmiş ve iman etmişlerdi.
Misafir: (Doğrudur, Mekke’de İslam’a davet yapılıyordu. İslam baskı altında idi. Ancak ayakta idi. Ne var ki, buna siyasi bir proje denilemez. Ancak dolaylı olarak, bir sınıf değişimi ve bir statü değişimi söz konusu olacağından siyasi bir projenin alametlerini burada görmek mümkündür. Ne var ki, Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu tür şeylere çağrı yapmıyordu. Onun daveti direkt anlamı ile siyasi bir çağrı değildi.)
Daru’n-Nedve’de bir başka kampanya daha yürütülüyordu. Ekonomik ambargo uygulanacaktı. Bütün Haşimoğullarına, Müslümanlarına ve hatta onlardan Kureyş’in dini üzere olanlara da uygulanacaktı. En başta da Haşimoğullarının lideri Ebu Talib’e uygulanacaktı. Kureyşliler düş kırıklığı içinde olduklarını gösteren garip bir hususu Ebu Talib’e teklif etmişlerdi.
Diziden bir kesit; (Ey Ebu Talip! Sana bu oğlum Ammare’yi vereyim. Kureyş’in en iyi delikanlısıdır. En asili ve en güzel simalısıdır. Evlat olarak onu al, sana yardımcı olur. Sözünden dışarı çıkmaz. Evlatlarından biri olarak sana hizmet eder… Peki, karşılığında ne istersiniz? Karşılığında ise kardeşinin oğlu Muhammed’i bize ver. O ki senin ve ataların dinini terk etmiştir. O ki Kureyş’in birliğini bozmuştur. Onu öldüreceğiz. Böylesi adaletli olmaz mı? Bir adam karşılığında sana bir adam veriyoruz. He ne dersin ey Ebu Talip, dediler? Kesinlikle bunun adaletli olduğunu düşünmüyorum… Niçin? Siz evladınızı bana veriyorsunuz, onu doyurmamı ve eğitmemi bekliyorsunuz. Ben de size Muhammed’i öldürmeniz için vereceğim ha! Andolsun ki, böyle bir şey asla olmaz.)
Böylece Ebu Talip Haşimoğullarının kaderini Abdullah oğlu Muhammed’in kaderi ile bağlamış oluyordu.
Kureyş, Haşimoğullarına uygulanacak ekonomik ambargo sözleşmesini yazdı ve Kâbe’nin içine astı. Haşimoğulları ablukaya alındı. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve ona inanlarla birlikte onlar da Ebu Talip mahallesinde açlık çektiler. Ambargo üç yıl sürdü. Çarşıya gitmelerini engellediler. Mekke’den gelen her türlü yiyecek ve alışverişin önünü kestiler, hızlı davranıp kendileri satın aldılar. Böyle yaparak Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kanını akıtmak istiyorlardı.
Misafir: (O dönemdeki cahiliye toplumunda inanç, ahlak, terbiye ve sosyal yönden yozlaşmış bir gurup egemendi, reformların önünde duruyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu yozlaşmışlık duvarını her yönden fikir, inanç ve sosyal açılardan yıkmak isteyince önünde durdular ve üç yıl süren acımasız bir ambargo ile Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i ablukaya aldılar.)
Ambargo sahabe, Haşimoğulları ve Muttaliboğulları için ağırlaşmaya başladı. Ağaç yaprakları yemek zorunda kalmışlardı. Artık Kureyşliler açlıktan kıvranan bebeklerin seslerini ambargo mahallesinin dışından işitmeye başlamışlardı.
Ebu Talip kardeşinin oğlunu koruma hususunda bir destan yazıyordu. Herkes yatmaya çekilince Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yanına geliyor ve ona kötülük yapmak veya sıkıntı vermek isteyenlere kendisini gösteriyordu. Herkes uyuduğunda ise çocuklarından, kardeşlerinden veya amcazadelerinden birini alıp Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yatağına yatıyor, Peygamberimize de kendi yataklarından birine yatıp istirahat etmesini söylüyordu.
Ambargo sırasında Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bazı Müslüman erkeklere ve kadınlara Habeşistan’a ikinci kez hicret etmelerini emretti. Birçok kimse onlarla beraber hicret etti. Hicret edenlerin sayısı yanlarındaki küçük çocuklar hariç seksen üç erkek ve on sekiz kadına ulaştı.
Şi’b-i Ebi Talib’teki ambargo üçüncü yılını doldurduğunda sözleşme metnini yırtıp atmak için Allah Teâlâ Kureyş’in ileri gelenlerinden bir takım insanları vazifelendirdi. Sözleşme metnini yırtıp atma hususunda bu iç devrimi üstlenen kişi Haşimilerden Hişam b. Amr idi. Hişam, Abdulmuttalib’in kızı Âtike Hatun’un oğlu Mahzumilerden Züheyr b. Ebi Ümeyye’nin yanına vardı ve: “Ey Züheyr! Dayılarının birşey almaktan, satmaktan, evlenmekten, evlendirmekten mahrum edildiklerini; darlık ve yokluk içinde kıvrandıklarını bilip durduğun halde, istediğini yemeye, içmeye, giyinip kuşanmaya, istediğin kadınla evlenmeye senin gönlün nasıl razı oluyor? Nasıl içine siniyor? Allah’a yemin ederim ki; [Ebu Cehil] Ebu’l-Hakem Amr b. Hişam’ın seni dayıların aleyhinde antlaşmaya davet ettiği gibi, sen de onu kendi dayıları aleyhinde böyle bir antlaşmaya davet etmiş olsaydın, senin davetine hiçbir zaman icabet etmez, yanaşmazdı.” dedi. Onlara Mut’im b. Adiyy, Ebu’l-Bahterî b. Hişam ve Zem’a b. Esved de katıldı. Mekke’nin yukarısındaki Hacun mevkiinin başında geceleyin toplanmak üzere sözleştiler. Orada toplanıp, yapacakları işi konuştular. Sahife (sözleşme metninin) üzerinde durup, onu bozuncaya kadar uğraşmaya ahit verdiler.
Züheyr:
“Sizden, işe ilk başlayan ve ilk konuşan kimse ben olayım!” dedi.
Ertesi günü, sabahleyin, Kureyş müşriklerinin toplantı yerine gittiler.
Züheyr b. Ebi Ümeyye; üzerine ağır ve kıymetli bir elbise giyinmiş olduğu halde Kabe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra, halkın yanına geldi ve:
“Ey Mekkeliler! Bizler istediğimiz gibi yiyip içelim, giyinip kuşanalım da, Hâşim ve Muttaliboğulları alışverişten mahrum edilerek helak olsunlar, yakışır mı? Vallahi, akrabalık bağlarını kesen şu zalim sahife yırtılıncaya kadar, oturmayacağım!” dedi.
O sırada, Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturan Ebu Cehil:
“Sen yalan söylüyorsun! Vallahi, o sahife yırtılamaz!” dedi.
Zem’a b. Esved:
“Vallahi, asıl sen yalan söylüyorsun! Zaten, biz o yazıya yazıldığı zaman razı değildik!” dedi.
Ebu’l-Bahterî:
“Zem’a doğru söylüyor! Biz onda yazılı şeyleri ne kabul, ne de ikrar ettik!” dedi.
Mut’im b. Adiyy:
“Her ikiniz de doğru söylüyorsunuz. Bunun aksini söyleyen yalan söyler! Biz bu sahifeden ve onun içinde yazılı olanlardan uzaklaşır, Allah’a sığınırız!” dedi.
Hişam b. Amr da, Mut’im b. Adiyy’in sözlerine yakın sözler söyledi.
Ebu Cehil:
“Her halde, bu, buradan başka bir yerde geceleyin konuşulmuş, üzerinde karara varılmış bir iş olsa gerek!” dedi.
O sırada, Ebu Talib de, Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturuyor, konuşmuyordu.
Mut’im b. Adiyy kalkıp, Kâbe’nin içinde asılı sahifeyi yırtmak için yanına vardığı zaman; “Bismikallahümme” (Allah’ım senin adınla) sözleri dışındaki bütün yazıları ağaç kurdu (güvesi) yemiş bir halde buldu!
Bunun üzerine Mut’im b. Adiyy ve Hişam b. Amr; “Akrabalık bağlarını kesen, düşmanlık taşıyan bu zalim sahife (sözleşme) ile hiçbir alakamız yoktur, bizleri ve soylularımızı yiyip bitiren bir şey hususunda kimsenin keyfine asla uymayacağız.” dediler. Kureyş’in ulularından bir gurup da onlara katılınca Haşimoğulları ve onlarla beraber de Müslümanlar Şi’b mahallesindeki ablukadan çıkmış oldular.
Haşimoğulları Şi’b mahallesinden ayrıldıktan sonra, Bi’setin onuncu yılında Ebu Talip vefat etti. Kureyşliler Ebu Talib’e saygı duyuyorlardı. Vefatı yaklaştığında Kureyş’in ileri gelenleri yanına geldiler ve dininden dönmemesi ve Müslüman olmaması için, «Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?» diyerek onu kışkırttılar. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ise; «La ilahe illallah de ki, kıyamet günü senin lehine tanıklık yapayım.» diyerek ona Müslüman olmayı teklif ediyordu. Bunun üzerine Ebu Talip; «Kureyş’in beni ayıplayacağı korkusu olmasa, korktu da Müslüman oldu, diyecek olmasalardı seni mutlu etmek için Müslüman olurdum.» dedi. Bunun üzerine de şu ayet-i kerime indi: “Sen istediğine hidayet edemezsin. Allah kimi dilerse onu hidayet eder.” (Kasas Sûresi, 56)
Ebu Talip vefat etti. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hanımı Hatice Validemiz de bu yıl vefat etti. Bundan dolayı bu yıl Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) için «hüzün yılı» olmuş oldu. Mekke ona dar gelmeye başlamıştı. Taif’e gitti. Taifliler onu geri çevirdiler ve ayak takımına da taşlattılar. Taif’ten daha da yükü ağırlaşmış ve üzülmüş olarak döndü. Artık bütün düşüncesi Hac ve Umre mevsiminin gelmesi idi.
Arap kabilelerinden yardım talep edecekti. Hac ve umre mevsiminde teker teker kabileleri gezdi. Onlara; «Rabbimin mesajını tebliğ etmem için kim bana yardım ederse ona cenneti garanti ederim.» diyordu. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hac mevsiminde kendisini kabilelere tanıtıyor ve onları İslam’a davet ediyordu. Önce Kinde kabilesini İslam’a davet ile başladı. Sonra Kelb, Benî Hanife, Benî Âmir, Gassan, Benî Fezâra, Benî Mürre, Benî Süleym, Benî Abs, Benî Nasr, Sa’lebe b. Ukabe, Benî Harise b. Ka’b, Benî Uzre, Kays b. El-Hutaym, Ebulyüsr Enes b. Ebi Rafi’ gibi Arap kabilelerine tebliğ için gitti. Onlara; «Kureyş müşrikleri beni Rabbimin mesajını tebliğden men ettiler! Beni alıp kavminin yanına götürecek ve Rabbimin mesajını tebliğ etmem için beni koruyacak adam yok mu?» diyor. Arkasından Amcası Ebu Lehep gelip insanlara, «onu dinlemeyin, o bir yalancıdır!» diyordu.
Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in karşılaştığı sıkıntılar bunlarla sınırlı değildi. Daha şiddetlisi ve serti ile de karşılaştı. O ise; “Ey insanlar! Allah’tan başka ilah yoktur, deyiniz kurtulunuz” diyordu. Kimi yüzüne tükürdü. Kimi üzerine toprak attı. Kimi ona hakaret etti. Gün yarılandığında kızı Zeynep elinde bir tas su ile çıkageldi. Yüzünü ve ellerini yıkadı. Ona; “Kızım, babam tuzağa düşürülüp öldürülecek, zillete uğrayacak diye endişe etme!” diyordu.
Arap kabileleri farklı tepkiler veriyorlardı. Kimi Kureyş gibi inat ediyor, onu dinlemeyi reddediyordu. Kimi kabileler de peygambere yardım sözleşmesinin içine, Muhammed ve dini zafer kazanırsa kendilerinin Araplara kral olmaları şartını da koydurmak istiyordu. O ise “İş Allah’a aittir! Allah onu dilediğine verir!” diye böyle bir şart koşulmasını reddediyordu.
Nihayet Medine ahalisinden Hazrec kabilesinden Yesrib hacılarının yanına vardı. Allah onların gönüllerini ve akıllarını açtı da Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e iman ettiler. Rivayette geçtiği üzere bu güzel başlangıç, Hac mevsiminde Mina’daki Akabe’de Hazreç heyeti ile gerçekleşti.
Halid:
Burada Akabe’de Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile Hazreçlilerin ilk buluşması gerçekleşmişti. Burası İbrahim (aleyhisselam)’ın rüyasında gördüğü Allah’ın; «oğlunu kes!» emrini yerine getirmesine engel olmaya çalışan İblis’i taşladığı aynı yerdir; Akabe’dir. Yüce Allah’ın hikmeti burada İbrahim’in imanı zafer kazanmıştı. Ve yine aynı yer Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in davetinin ilk zaferlerine şahitlik etmektedir. Bu nedenledir ki, buranın her hac mevsiminde imanın güçlendirileceği bir sembol mekan olması şaşkınlıkla karşılanacak bir olay değildir.
Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) onlara:
“Siz, kimlersiniz?” diye sordu.
Onlar:
“Hazreç kabilesinden bazı kişileriz!” dediler.
Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Yahudilerin dost ve müttefikleri olan Hazreçlilerden misiniz?” diye sordu.
Onlar:
“Evet!” dediler.
Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Oturmaz mısınız? Sizinle biraz konuşayım.” buyurdu.
Onlar:
“Olur” dediler ve oturdular.
Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) onları Allah’a imana davet etti. Kendilerine İslâm’ı arz ve teklif etti. Onlara Kur’ân-ı Kerîm okudu. Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Medineli Hazreçlilerle konuşup Allah’a imana davet edince, birbirlerine:
“Ey kavmimiz! Biliniz ki: Vallahi bu, Yahudilerin bizi kendisiyle korkuttuğu peygamber olsa gerek! Sakın, Yahudiler ona inanmak ve tâbi olmakta sizi geçmesinler!” diyerek, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kendilerini davet ettiği şeye icabet ettiler. Kendilerine teklif edilen İslam’ı hemen kabul ve tasdik ettiler.
“Bizler halkımızı ardımızda bıraktık. Hiçbir halkın arasında onlarınki kadar düşmanlık ve kötülük yoktur. Umulur ki, Allah onları senin sayende bir araya toplar. Biz, hemen yanlarına varıp, onları da senin işine, İslâm’a davet edecek; bizim bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara da arz ve teklif edeceğiz. Eğer Allah onları bu din üzerinde birleştirirse, senden daha aziz ve daha şerefli bir kimse olamaz!” dediler.
Onlar inanmış ve Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in getirdiklerini doğrulamış olarak yurtlarına dönmek üzere ayrıldılar. Altı kişi idiler: Es’ad b. Zürâre, Neccar oğullarından Avf b. Haris, Râfi’ b. Malik, Kutbe b. Âmir, Ukbe b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Medine’ye, kavimlerinin yanına vardıkları zaman Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i anlatmaya ve onları İslâm’a davet etmeye koyuldular. Ensar evlerinden içinde Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in anılmadığı hiç bir ev kalmadı.
Bir sonraki yıl geri döndüklerinde sayıları atmıştı. Beraberlerinde Evs kabilesinden amca çocuklarını da getirmişlerdi. Aslında daha önceden onun peygamber olduğunu anlamışlardı. O, Yahudilerin kendilerini korkutmak için; bizim kitabımızda yakın zamanda bir peygamber gelecek ve biz ona tabi olup sizleri perişan edeceğiz dedikleri peygamberdi. Evs ve Hazreçli Müslümanlar; «Allah’a yemin olsun ki o, Yahudilerin bahsettiği peygamberdir, Yahudilerden önce sizler ona bağlanın!» demekteydiler. Bunun üzerine Rasûlüllah’a (sallallâhü aleyhi ve sellem) iman edip ona yardım etmek üzere biat ettiler. Buna Birinci Akabe Biatı denir.
Ubade b. es-Samit el-Hazreci Birinci Akabe Biatinden şöyle bahsetmektedir: «Birinci Akabe Biatine katılmıştım. On iki kişiydik. Kadınların biati gibi Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e biat ettik; Allah’a eş koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, ellerimiz ve ayaklarımızla kötülük işlemeyeceğimize, bize yapılan iyilik karşısında ona isyan etmeyeceğimize dair biat ettik. Eğer ahde vefa edersek mükâfatımız cennet olacaktır. Ancak kusur işlersek işimiz Allah’a kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır.»
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Musab b. Ümeyr’i dini öğretmesi ve Kur’an okutması için onlarla gönderdi. Medine’de kendisine Mukrî (Okutucu) adı verilmişti. Ayrıca namazlarda onlara imamlık yapmaktaydı. Allah Rasûlü şahsen onu iyi tanıdığından ve Medine’deki mevcut durumdan ötürü onu görevlendirmişti. Musab, inen Kur’an ayetlerini ezberlemiş olmanın dışında, oldukça sakin, neşeli, ahlaklı ve hikmet sahibi biriydi. Ayrıca îmanı güçlü ve dini heyecanı yüksek biriydi. Bu nedenle birkaç ay içersinde Medine’nin diğer hanelerine İslam dinini ulaştırmayı, Saad b. Muaz ve Üseyd b. el-Hudayr gibi lider şahsiyetlerden bazılarını İslam’a kazandırmayı başarmıştı. Bu iki şahsiyetin Müslüman olmasıyla beraber çok sayıda insan da Müslüman olmuştu.
Musab b. Ümeyr’in yeni dinin öğretilerini iletmesi, Kur’ân ve tefsirini öğretmesi, iman eden Evs ve Hazreçliler’in kendi kabile fertleri arasındaki bağlarını, Allah Rasûlü ile bağlarını ve Mekke’deki Ashâb-ı kiram ile kardeşlik bağlarını güçlendirmişti. Neticede Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) tarafından onun elçi olarak gönderilmesi başarıyla sonuçlanmıştı. Böylece Medine’de İslam’a davetin sağlam temeli atılmış oldu.
Halid:
Hacca geldikleri zaman Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kendilerine hicret etmesini istediler. İşte bu mescitte İkinci Akabe Biatı gerçekleşti. Bu mescit, Mina dağı kümeleri arasında saklıydı. 2009 yılında şeytan taşlama yerinin genişletilmesi projesiyle dağların yontulması sonrası bu mescit gün yüzüne çıktı. Gördüğünüz bu yer İslam ümmetini ayağa kaldıran büyük muahedeye sahne olmuştur. Burada Medineli Ensar, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i ve dinini korumak adına canlarını feda etmişlerdir. Burada kadınlar daha ilk günden Allah Rasûlü’nü koruma sözünü yerine getirmişlerdir. Sizce bu yer Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hicrete nasıl başladığını gelecek kuşaklara anlatılması bakımından korunmayı hak etmiyor mu?
Cabir b. Abdullah el-Ensari, bize hikâyenin başlangıcını şöyle anlatıyor; “Ensar’ın eğitimi hakkında uzunca bahsettikten sonra, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekke’de kaldı. Biz dedik ki, ne zamana kadar Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke dağlarında çekinerek dolaşmasına müsaade edeceğiz. Bunun üzerine bizden yetmiş kişi hac mevsiminde onun yanına vardı.”
İkinci Akabe’de Biat eden Ashabdan biri olan Kaab b. Malik el-Ensari hikâyenin detayına şöyle devam etmektedir; “Kavmimizin müşrikleriyle birlikte hac için yola koyulduk. Namaz kıldık ve aydınlandık. Sonra hacca yöneldik ve Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile teşrik günlerinin ortalarında Akabe’de buluşmak üzere sözleştik. Bizimle beraber gelen müşriklerden durumu gizliyorduk. O gece kafileyle birlikte uyuduk. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kafileden ayrılarak Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile sözleştiğimiz yere doğru harekete geçtik. Yolda sessizce ilerliyorduk. Akabeye geldiğimizde yetmiş üç kişiydik. Bizimle birlikte Nesibe bint Kaab ve Esma bint Amr adında iki de kadın vardı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i bekliyorduk. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Abbas b. Abdülmuttalip ile birlikte yanımıza geldi. Abbas o zamanlar kavminin dinine tabiydi. Ancak yine de amcaoğlunun durumunu görmek ve güvende olduğundan emin olmak istemişti. Oturduğunda ilk önce Abbas b. Abdülmuttalip konuşmaya başladı ve Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kavmi Beni Haşim tarafından engellendiğini, bu nedenle Medine’ye hicret etmek istediğini, kendisinin de Ensar’ın himayesinden emin olmak için geldiğini ve aksi takdirde Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i rahat bırakmaları gerektiğini söyledi. Ensar ise Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’den konuşmasını ve kendisi ile rabbi için uygun gördüğü şartları söylemesini istediler.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız üzere sizinle biat ediyorum” diye buyurdu. Bunun üzerine Berâ b. Ma’rur elinden tuttu. Sonra şöyle dedi:
“Evet, seni hak üzere gönderene yemin olsun ki biz bakımımız altında olanları koruduklarımızdan, seni de koruyacağız. Bunun üzerine seninle biat ettik ey Allah’ın Rasulü Sallallahü aleyhi ve sellem! Vallahi biz savaş ve birliktelikler oluşturmada ehil kimseleriz. Biz bu kabiliyeti nesilden nesile devraldık.” dedi.
Ebu Heysem b. Tihan sözünü keserek şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Rasulü Sallallahü aleyhi ve sellem! Bizimle bazı adamlar -yani Yahudiler- arasında bağlar var. Biz bu bağları koparacağız. Eğer biz bunu yaparsak, sonra Allah seni üstün kılarsa bizi bırakıp kavmine döner misin?” Allah Resulü (sallahü aleyhi ve sellem) bu söze tebessüm etti. Sonra şöyle buyurdu:
“Aksine kanımız bir, yıkıntımız bir olacak. Ben sizdenim ve siz bendensiniz. Sizin savaştıklarınıza karşı savaşacak, sizin barış yaptıklarınızla barış yapacağım.” Sonra:
“Bana içinizden ve kavminizden on iki temsilci çıkarın.” dedi. Onlar da dokuzu Hazreç kabilesinden, üçü Evs kabilesinden toplam on iki kişi seçtiler.
Misafir: (Bu anlaşma, Birinci Akabe Biatidir. İkincisi ise yalnızca İslam dini üzerine yapılan bir biat değildi. Birinci biat İslam’ı savunmak için yapılmıştı ve aynı zamanda «Kadınlar Biatı» da denilmekteydi. İkinci Biat ise ak ve kızıla karşı savaşmak için yapılmıştı. Ensar kendi canlarını ve nesillerini korudukları gibi İslam davasını ve peygamberini savaşarak korumaya hazırdı.)
Hikaye burada başlamaktadır. Arap yarımadasının tarihini değiştirecek hicret hikâyesi, hatta insanlık tarihini değiştirecek bir hikâye…
Halid:
Şimdi Suudi Arabistan ordusuna bağlı helikoptere bineceğiz ve Mekke’den Medine’ye hicret yolculuğunun başladığı yere göz atacağız. Burası Arafat, bizler Mina’ya doğru uçuyoruz. Helikopterlerin yalnızca hac mevsiminde uçuşuna izin verilmektedir. Bizim de bugün bir saatlik bir uçuş programımız olacak. O nedenle bu süreyi iyi kullanarak Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hicretiyle bağlantılı Mekke’deki tüm önemli yerleri tanımaya çalışacağız. Hava üssünün Arafat’ın yakınında olması hasebiyle yolculuğumuza Arafat’tan başlayacağız.
Kaptan’dan bizi ilk önce Mekke’ye götürmesini istedik. Böylece Mekke’nin çetin dağlık örtüsünü ve Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Hazret-i Ebu Bekir’le birlikte üç gün saklanacağı Sevr dağındaki mağaraya nasıl yöneldiğini sizlere tanıtalım istedik.
Şu an Arafat’ın üzerindeyiz ve Müzdelife’ye doğru hareket ediyoruz. Müzdelife’nin sonunda Muhsir vadisi yer almaktadır. Yemen’den Kâbe’yi yıkmak üzere hareket eden Ebrehe’nin orduları bu vadide taş yağmuruna tutulmuşlardır. Olayın cereyan ettiği aynı sene Resûl-ü Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) dünyaya gelmiştir.
Şu an Mina üzerinde uçuyoruz. Haccın teşrik günlerinde şu gördüğünüz çadır ormanında hacılar kalmaktalar. Yakınında uçtuğumuz şu yer ise şeytan taşlama yeridir. Sonrasında ise Allah Rasûlü’nün Ensar’la biat yaptığı yerde Biat mescidi yer almaktadır.
Şimdi Nur dağına doğru uçuyoruz. Kaptan’dan dağın etrafında tur atmasını istedik. Böylece sizlere Allah Rasûlü’ne (sallallâhü aleyhi ve sellem) ilk vahyin indiği Hira mağarasını gösteriyoruz. Bakınız hacılar nasıl da dağa tırmanıyorlar. Amaçları Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ibadet ettiği mübarek yerde bulunmak ve Hira mağarasından Mekke’yi doğrudan seyretmek.
Şimdi Mescid-i Haram’a doğru yöneliyoruz. Gördüğünüz üzere tavaf edenlerin sayısı oldukça az. Çünkü hacılar diğer yerlerde haccın rükünlerini yerine getirmekteler. Şurası Allah Rasûlü’nün (sallallâhü aleyhi ve sellem) evinin olduğu yer. Orada bulunan bina, evin yerini muhafaza etmek için kurulmuş Mekke kütüphanesidir. Konum olarak Merve’nin bitişiğindeki meydanın sonunda yer almaktadır.
Ensar’dan yetmiş kişinin Allah Rasûlü’ne biat ettiği, Büyük Biat adı verilen ikinci Biat’la birlikte, yani sıkıntılı bir hayattan sonra İslam’a davetin önünde geniş ufukların açıldığı bu süreçten sonra, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) daha da huzurluydu. Çünkü Allah kendisine savaşacak gücü ve yardımı ihsan etmişti. Ancak müşriklerin Mekke’den çıkmak isteyen Müslümanlar üzerindeki baskısı gitgide artmaktaydı. Ashab ve onlara tabi olanlar önceden görmedikleri aşağılama ve eziyete maruz kalmaktaydılar.
Bu durumu Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e şikâyet etmeleri üzerine, Allah Resulü (sallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin onlara “Hicret yurdunuz olarak Sebha bana gösterildi” buyurdu. Ardından birkaç gün sonra, mutlu bir şekilde: “Hicret yerinizin Yesrib olduğu bana haber verildi, sizden gitmek isteyen Yesrib’e gitsin” dedi. Bunun üzerine Müslümanlar hazırlanmaya, yardımlaşmaya, beraber ve gizlice yola çıkmaya başlarlar. Bazen gruplar halinde, bezen de tek tek çıkmaktadırlar.
Diziden bir kesit; (Bu ses seni yiyip bitirecek? Birdir Allah, Birdir Allah!)
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’den hicret ederek ayrılmasının tehlikesini gören Kureyşli müşriklerin ileri gelenlerinden on dört kişi Daru’n-nedve’de konuyu görüşmek üzere toplandılar.
Abdullah b. Abbas bu olayı şöyle rivayet etmektedir: “Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile ilgili meseleyi Daru’n-nedve’de görüşmek üzere randevulaştıktan sonra, Daru’n-nedve’de bir araya gelindi. O güne zahmet günü denilmekteydi. Daru’n-nedve’nin kapısında ağır elbiseleriyle ihtişamlı bir ihtiyar görünümünde şeytan beliriverdi. Kapıda dikilip durduğunu gördüklerinde: “Bu yaşlı kimdir?” diye sordular. O da; “Necid ahalisinden bir ihtiyarım. Bugün burada toplanacağınızı duydum ve diyeceklerinizi dinlemek üzere geldim. Belki gözden kaçan bir görüş ve nasihatte bulunabilirim.” dedi. “Tamam, içeri gir.” dediler. O da içeri girdi.
Orada Kureyş’in ileri gelenleri bir aradaydılar: Utbe, Şeybe, Ebu Süfyan, Tuayme b. Adiy, Cübeyr b. Mut’im, Haris b. Amir b. Nevfel, Nadr b. Haris, Ebu’l-Bahteri b. Hişam, Zem’a b. Esved, Hakim b. Hizam, Ebu Cehil b. Hişam, Haccac’ın oğulları Nebih ile Münebbih, Ümeyye b. Halef ile sayılamayacak kadar çok miktarda Kureyşli katılmıştı.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e ne yapacakları konusunu uzunca tartıştılar. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ona tabii olanlarla birlikte büyük tehlike arz ettiği konusunda görüş birliğine vardılar. İçlerinden Ebul-Esved: “Onu içimizden ve topraklarımızdan sürelim, nereye giderse gitsin, nereye yerleşirse yerleşsin. Önemli olan eski birliğimizi ve huzurumuzu kurtarmaktır.” dedi.
Necidli ihtiyar kılığındaki şeytan gülümseyerek:
“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, bu da sizin için iyi bir görüş değildir. Onun güzel sözlerini ve tatlı konuşmasını görmüyor musunuz? Yaptığı şeylerle adamların gönüllerini kazanır.-Vallahi eğer böyle yaparsanız, Araplardan bir kabilenin yanına yerleşmesinden emin olamazsınız. Sonra onlarla birlikte size gelir ve memleketinizde sizi ezip geçerler. Sonra size dilediğini yapar. Onun hakkında bundan başka bir görüş belirleyin” dedi.
Ebu’l-Bahteri:
“Onu demir parmaklıklar içine hapsedin. Üzerine kapıyı kilitleyin. Sonra ondan önceki şairlerin başına gelenlerin, onun başına da gelmesini bekleyin” dedi.
Necidli ihtiyar: “Hayır, Andolsun ki bu da doğru bir görüş değildir. Şayet onu hapsederseniz, bu haber arkadaşlarına ulaşır, üzerinize yürürler ve onu elinizden çekip alırlar. Bu olayla daha da güçlenerek size baskın çıkarlar. Bu doğru bir fikir değil. Başka bir yol düşünün.” dedi.
Ebu Cehil: “Vallahi ben hiçbirinizin aklına gelmeyen bir şey düşündüm!” dedi. “Peki, nedir Ya Eba’l-Hakem?” diye sordular. “Benim düşünceme göre, aramızda her kabileden güçlü, kuvvetli, şerefli ve soylu bir delikanlı seçelim. Sonra her birine keskin birer kılıç verelim ve hepsi birden bir adamın vuruşu gibi vurarak onu öldürsünler ve böylece ondan kurtulmuş oluruz. Bu şekilde kanı tüm kabilelere dağılmış olur ve Abdumenâf oğulları bütün kabillerle savaşmayı göze alamaz ve buna güç yetiremez. Böyle olunca da diyet ödememize razı olurlar ve biz de diyetini öderiz” dedi. Necidli ihtiyar: “İşte bu! Doğru görüş budur ve bundan başkası olamaz.” dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil’in görüşünü kabul ederek dağıldılar.
Halid:
Burası Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’deki evidir. Harem-i Şerif’in Merve tarafına bakan meydanında yer almaktadır. Önceden buranın üzerinde bir Kur’an kursu yer almaktaydı. Hâdimû’l-haremeyn Hac Araştırmaları Enstitüsü başkanı Dr. Sami Ankavi, 1990 yılında çalışma ekibiyle birlikte bu yer hakkında detaylı bir araştırma yapmıştır. Araştırmaya göre burası Allah Rasûlü’nün hicret arifesinde geceyi geçirdiği yerdi. Tarihçilere göre ise Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hicret yolculuğu buradan başladı. O gece Kureyş kabilesi onu öldürmeye karar vermişti. Kureyş’in takdir ve planına karşı Yüce Allah’ın kaderi ve planlaması arasında bir çatışma!
İbn-i İshâk şöyle demektedir: “Cebrail, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e geldi ve; «Bu gece yatağında yatma» dedi. Gece karanlıktan sonra hava ağardığında peygamberin kapısının önünde toplandılar ve uyuduğu zaman saldırmak üzere beklemeye başladılar. O sırada Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebi Talip’le birlikte içerideydi. Hazret-i Ali’ye; «Benim yatağımda yatıp uyu, şu yeşil ve geniş hırkamı da üstüne ört, onun içinde uyu, korkma! Sana onlardan hoşlanmayacağın hiçbir şey erişmez.» dedi. Hazret-i Ali Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in o yeşil hırkasına sarılarak uyurdu.
Ebu Cehil onları gözetliyor ve alay ederek; Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in iddiasına göre siz eğer kendisine tabii olursanız Arapların ve Acemlerin kralı olurmuşsunuz, sonra öldükten sonra dirilir ve Ürdün bahçeleri gibi bahçeleriniz olurmuş. Eğer onun dediğini yapmazsanız boğazlanacak, öldükten sonra da diriltilip sizin için hazırlanmış olan cehennemde yanacakmışsınız demekteydi.
O sırada Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) çıktı ve bir avuç toprak alarak Ebu Cehil’e: “Evet bunu söyleyen benim ve Cehenneme girip yanacaklardan biri de sensin” dedi.
Cenab-ı Allah, onların gözlerini bağlamıştı ve onlar onu görmüyorlardı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) elindeki toprağı başlarına saçarken şu ayetleri okuyordu: «Yasin! O hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki; sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen peygamberlerdensin, dosdoğru yoldasın» şu ayetlere kadar «Biz onların önlerinden bir set, arkalarından da bir set çektik. Onları öylece bıraktık, artık görmezler.» (Yasin 1-9) Hepsinin başına tek tek toprak koyuyordu. Sonra oradan ayrılarak istediği yere yöneldi.
Dışarıdan biri yanlarına gelerek; «Burada niçin bekliyorsunuz?» diye sordu. «Muhammedi bekliyoruz.» dediler. O da: «Hey Allah sizi hayal kırıklığına uğratsın. Muhammed sizin aranızdan hepinizin başına toprak saçarak çıkıp yoluna gitti, size ne olduğunu görmüyor musunuz?» dedi. Her biri elini başına koyduğunda toprak olduğunu gördü. İçeriye girdiklerinde peygamberin yatağının üzerinde hırkasına sarılmış uyuyan birini gördüler ve: «Vallahi bu Muhammed’dir. Abasıyla uyumaktadır.» dediler. Saldırmayarak sabaha kadar beklediler. Yataktan Hazret-i Ali uyandığında; «Vallahi bize söylenilen söz doğru imiş.» dediler.
Onlar bu tuzağı kurarken, Allah da bu tuzaklarına karşılık bir tuzak kuruyordu.
Kureyşlilerin tuzağı, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke içinde ve dışında Allah’a çağrı hareketlerini durdurmak üzerine kurulmuştu. Öyle ki gıyabında idam kararı almışlar ve bir gece bunu infaz etmek istemişlerdi.
Abdullah’ın oğlu Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in müşrikleri kulluk etmeye çağırdığı Cenab-ı Allah ise bu tuzağa karşılık vererek, onlar görmeden peygamberini aralarından çıkarıp kurtarmış ve onlar donakalmışken Allah Rasûl (sallallâhü aleyhi ve sellem) başlarına toprak serperek çekip gitmişti.
Bir sonraki bölümde Allah Rasûlü’nün Medine’ye hicret planını ve Kureyş kabilesinin Hazret-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i ölü veya diri getirene büyük ödül olan 100 deve ödülünü ele alcağız.
İKİNCİ BÖLÜM
Hac ve umre mevsiminde bütün Arapları konuk edebilen Mekke, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i barındırmaya güç yetirememişti. Kureyşlilerin nefreti had safhaya ulaşmıştı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i koruyup kollayanlar ise vefat etmişlerdi. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ashabını korumak için onlara kendisinden önce hicret etmelerini emretmişti. Kureyşliler onu istiyordu. Şayet önce Allah Rasûlü hicret etmiş olsaydı, onu geri getirmek için Ashabını öldürür ve rehin alırlardı. Tarihin seyrini değiştirecek bir yolculuğun ilk adımları hazırlanmaya başlamıştı. O yolculuk Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye hicretiydi.
Her türlü kötülüğe başvurmalarına rağmen Ashabın Medine’ye hicretini engellemede başarısız olan Kureyş kabilesi, durumun vahametini fark etmiş, ekonomik çıkarlarını ve kabileler arası sosyal ilişkiyi yitirme korkusu içerisine düşmüşlerdi. Bu nedenle Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’den hicret etmesinden çok korkmaktaydılar.
Müminlerin annesi Hazret-i Aişe’nin rivayetine göre: “Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın evine düzenli olarak sabah veya akşam vakitlerinde gelirdi. Hicret etmesine izin verildiği gün, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) öğlen vakti hiç gelmediği bir vakitte bize geldi. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) onu gördüğünde: “Vallahi, Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu saatte hiç gelmezdi. Bunda bir iş var.” dedi.
İçeri girdiğinde Hazret-i Ebu Bekir minderinden kalkarak geriye çekildi. Rasûl-ü Ekrem oturdu. Hazret-i Ebu Bekir’in yanında yalnızca ben ve kız kardeşim Esma vardık.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Yanında kim varsa dışarı çıkar” dedi.
Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“Ey Allah’ın Rasûlü onlar kızlarımdır. Yabancı değiller. Anam, babam sana feda olsun. Ne haber var?” dedi.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi.” deyince Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“Ya rasûlallah sizinle yoldaşlık var mı?” diye sordu.
Misafir: (Abdullah b. Ureykıt, müşrik bir adamdı. Hicret sırasında Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e Medine’ye kadar kılavuzluk yaptı. Yolculuk konusunda uzmandı. Hiç kimsenin bilmediği yolları bilmekteydi. O, Huza’a kabilesinden değildi. Beni Deyl kabilesinden biriydi. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) ona güvenerek hizmetinden faydalandılar. Hicret sırasında onlara eşlik ederek Medine’ye ulaştırdı. Mekke’ye döndükten sonra Abdullah b. Ebi Bekir’le görüştü ve onları Medine’ye sağ salim ulaştırdığı müjdesini verdi. Abdullah b. Ureykıt, sır tutan, güvenilir biriydi.)
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğinin 13. yılının 27 Safer gecesi evinden ayrılarak, yol arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın evine geldi. Sonra beraber arka kapıdan evden ayrıldılar. Gün ağarmadan Mekke’den çıkmış olmaları gerekiyordu.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kureyşlilerin peşine düşeceğini ve akla ilk gelen yolun Medine’ye giden kuzeydeki ana yol olduğunu biliyordu. O nedenle tam tersi istikamete yani Mekke’nin güneyindeki Yemen yoluna koyuldu. Yaklaşık beş mil gittikten sonra Sevr dağına ulaştı. Tırmanması zor, sarp yolları olan bu büyük dağ oldukça taşlıydı. Allah Rasûlü’nün ayakkabıları yırtıldı ve yalın ayak kalan Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i Hazret-i Ebu Bekir dağa vardıklarında taşımaya başladı. Gittikçe ağırlaşan yolculuk dağın zirvesindeki bir mağarada son buldu. Bu mağara tarihte Sevr mağarası olarak bilinmektedir.
Mağaraya vardıklarında Hazret-i Ebu Bekir Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e; “burada kalın, mağarayı kontrol edip hazırlayayım” dedi. Sonra girip hazır ettikten sonra mağaradaki taşı unutunca tekrar mağaraya girerek hazırlık yaptı. Sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i buyur edince Allah Rasûlü de mağaraya indi.
Misafir: (Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in dostu Hazret-i Ebu Bekir, Habibi (sallallâhü aleyhi ve sellem) girmeden önce oraya girerek mekânı temizledikten ve hazırladıktan sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i çağırır. Hazret-i Ebu Bekir mağaradaki delikleri tıkamış, ancak bir şeyler bulamadığından iki deliği tıkayamamıştır. Hazret-i Ebu Bekir, bu delikleri de ayaklarıyla kapattıktan sonra, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) başını Hazret-i Ebu Bekir’in dizine koyarak dinlenmeye ve biraz sonra uyumaya başlar. Delikten gelen akrep Hazret-i Ebu Bekir’in ayağını sokar. Acının şiddetinden ağlayan Hazret-i Ebu Bekir’in gözyaşı Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in üzerine damlar. Bunun üzerine peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) uyanarak nedenini sorar ve öğrendikten sonra Hazret-i Ebu Bekir’in ayağına tükürüğünü sürer bu şekilde Hazret-i Ebu Bekir’in acısı diner. Bu olay, Peygamberimizin mucizelerinden biridir).
Halid:
Şu an Hicret yolculuğunun başladığı Sevr dağına doğru yola çıkıyoruz. İşte şurası Sevr dağı. En üstünde Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kaldığı Sevr mağarası bulunmaktadır. Bakın hacılar nasıl da mağaraya ulaşmak ve Allah Rasûlü’nün ve Hazret-i Ebu Bekir’in oturduğu yerde oturmak için aynı yoldan ilerlemekteler. Sevr mağarası, dağın güney batı tarafında 458 m yükseklikte yer almaktadır. Mağara, birçok iri kayanın oluşturduğu dağda doğudan batıya doğru uzanan düzensiz bir çukur şeklindedir. Uzunluğu 3.5 m en geniş yeri yaklaşık aynı uzunlukta ve 1.25 m yüksekliktedir. İki girişi vardır. Biri batıda 70 cm. yüksekliğinde ve 85 cm. genişliğindedir. Buradan Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) girmiştir. Diğeri ise doğu tarafında daha küçük bir giriştir. Geçen uzun yıllar boyunca bazı değişikliklere uğramış olabilir. Mağaraya giden yol sarp ve çetindir. Kıvrımlı bir yol izleyerek ve bazı yüksek kayalara tırmanarak oraya ulaşılır. Kıvrımlarıyla boğa anlamına gelen ‘Sevr’e benzediğinden bu adı aldığı söylenmektedir. Yine güney zirvesi Boğa yüzüne benzemektedir.
Hazret-i Aişe anlatmaya devam ediyor:
“İkisini de en iyi şekilde yolculuğa hazırladık ve azıklarını bohçaya yerleştirdik. Esma bint Ebi Bekir, kuşağından bir parça kopararak bohçanın ağzını bağladı. Bu nedenle kendisine çift kuşaklı (Zat’ün-Nitakayn) adı verilmiştir. Ardından Sevr dağında bir mağarada bulunan Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir’e bunları ulaştırdı”.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) o mağarada üç gece kaldılar. Beraberlerinde Hazret-i Ebu Bekir’in genç oğlu Abdullah da vardı. Duyduğunu iyi algılayan zeki bir çocuktu. Gecenin son vakti oradan ayrılarak sabah olmadan Mekke’de Kureyşlilerin içine dalardı. Kureyşliler bunun farkına varmazlardı. O da Kureyşlilerin kötü planlarını işiterek mağaraya ulaştırırdı. Hazret-i Ebu Bekir’in kölesi Amr b. Füheyre de akşamları koyunları Sevr dağının oraya sürerek otlatır ve gece karanlığı çökünce Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) hayvanların sütünden içerlerdi. Amr b. Füheyre üç gece boyunca bunu tekrarladı. Üç gece sonra Abdullah b. Ureykıt’la buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Üçüncü gecenin sabahı onlarla birlikte Amr b. Füheyre de geldi ve sahil yolundan yola çıktılar.
Misafir: (Cenab-ı Allah, Amr bin Füheyre’yi Allah Rasûlü’ne (sallallâhü aleyhi ve sellem) hizmetle şereflendirmişti. Hicret esnasında ona yol arkadaşlığı yapmıştı. Amr b. Füheyre zenci bir köleydi ve eski sahibi tarafından işkenceye uğramaktaydı. Daha sonra onu Hazret-i Ebu Bekir radıyallahu anh) satın alarak azat etti. Henüz köle iken Müslüman olmuştu. Güzel bir Müslüman idi. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) hicret sırasında onu da beraberinde götürdü).
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yola çıktığını Ali b. Ebi Talip (radıyallahu anh), Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) ve kızı Esma’dan başka kimse bilmiyordu.
Hazret-i Ebu Bekir’in kızı Esma Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve arkadaşına mağaradayken su ve yiyecek taşımıştı. Allah yolunda büyük zorluklara katlanmıştı. Esma anlatıyor; “Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) yola çıktıklarında Kureyşli bir grup gelerek Hazret-i Ebu Bekir’in evinin kapısına dikildiler. Aralarında Hişam b. Ebu Cehil de vardı. Kapıya ben çıktım. “Ey Hazret-i Ebu Bekir’in kızı baban nerede?” diye sordular. Ben de: “Vallahi nerede olduğunu bilmiyorum.” dedim. Bunun üzerine pis ve terbiyesiz Ebu Cehil elini kaldırarak yanağıma öyle bir tokat attı ki kulağımdaki küpe yere düştü, sonra ayrıldılar”.
Esma, Mekke’de kız kardeşleriyle birlikte kalmıştı. Sıkıntı çekmesine rağmen şikâyet etmiyor ve eksikliklerini gizliyorlardı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Zeyd b. Harise ve kölesi Ebu Rafii’ye iki koyun ve beş yüz dirhem para vererek onlara ulaştırmaları için Mekke’ye gönderdi. Daha sonra bu iki kişi, peygamberimizin kızları Fatıma ve Ümmü Gülsüm, eşi Sevde bint Zem’a, Ümmü Eymen künyesi ile bilenen annesi Bereket, Hazret-i Ebu Bekir’in oğlu Abdullah ve içlerinde Aişe ve Esma’nın da yer aldığı diğer aile bireyleriyle birlikte Medine’ye doğru yola koyuldular. Vardıklarında Harise b. Numan’ın evinde kaldılar.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ali b. Ebi Talib (radıyallahu anh)’e, kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra gelmesini emretti. Mekke’de malına bir şey olmasından korkan herkes o malını Allah Rasûlü’ne emanet bırakırdı. Çünkü o, doğruluğu ve güvenirliliğiyle tanınmaktaydı. Ali (radıyallahu anh) Mekke’de üç gece kalarak emanetleri sahiplerine dağıttıktan sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yanına vardı.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebu Bekir’in (radıyallahu anh) hicret için hazırladığı bineğe satın almadan binmek istemedi ve bir fiyatta anlaşarak onu borç olarak satın aldı. Mekke’den çıkarken Mekke pazarının kurulduğu Hazzura bölgesinde duran Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekke’ye hitaben: “Vallahi sen Allah’ın en hayırlı yeri ve ona en sevgili mekânısın. Eğer zorla olmasaydı, senden asla ayrılıp çıkmazdım” demiştir.
Misafir: “Gerçekte bu hicret Mekke’deki siyasi projenin bir başlangıcıydı. Bu proje dini bir projeydi. Medine ise savaş, barış, yargı, ekonomi v.b. sistemlerin yer aldığı bütünsel bir siyasi projenin başlangıcıydı”.
Kureyşliler her yerde Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i arıyorlardı. Bulana büyük ödül verilecekti. Diğer kabilelere de haber vermişlerdi. Takipçiler iz sürerek Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın bulunduğu mağaranın yer aldığı dağa ulaştılar. Dağın tepesine çıkmaya başladılar. Onların seslerini işittiklerinde, Hazret-i Ebu Bekir heyecanlanmaya ve korkmaya başladı. Peygamber Efendimize:
“Ey Allah’ın Rasûlü, içlerinden biri ayağına doğru bakacak olsa bizi görecek.” dedi. Peygamber Efendimiz:
“Ey Ebu Bekir, üçüncüleri Allah olan diğer iki kişi ile ilgili endişen olur mu?” diye buyurdu.
Kureyşliler izleri takip ederek Sevr dağına kadar ulaştılar. Sonrası belirgin değildi. Dağa tırmanarak mağaranın yanına vardıklarında bir örümceğin mağaranın ağzına ağ örmüş olduğunu gördüler. Birbirlerine: «Buraya biri girmiş olsaydı bu ağ mağaranın ağzında olamazdı.» dediler.
Mağaraya varmadan önce bazı ayak izleri buldular. Çölde iz sürmeyi iyi bilen Beni Medlec kabilesinden birilerini çağırdılar. Gelen bedevi: “Burada iki ayak izi var. Üstteki İbni Ebi Kahafe’nin ayak izidir. İkincisi ise -İbrahim (a.s)’ın Kâbe’deki ayak izini kastederek- Kâbe dibindeki dostunuzun ayak izine benziyor” dedi. Bu bedevi Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in: “Ben İbrahim’e en çok benzeyen oğullarından biriyim” hadisini doğrulamıştır.
Bu tehlikeyi atlatarak mağara’da sağ salim kaldılar. Ancak rivayete göre Peygamber Efendimiz mağarada kaldığı süre zarfında eli bir taşa değerek kanamış ve o da: «Sen, yalnızca Allah yolunda kanayan bir parmaksın.» demiştir.
Halid:
Birçok tarihçi, kitabında hicret güzergâhını tarif etmektedir. Ancak dağlara tırmanarak, vadilere inen ve bütün uğrak yerleri detaylı anlatan en ünlü tarihçilerden biri İbn-i İshak’tır.
İbn-i İshak (ö.152h), Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hicret yolunda uğradığı yerleri anlatırken, şöyle der:
“Kılavuz, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) ile birlikte önce Mekke’nin alt tarafından geçti. Sonra sahilden Usfan’ın altından yola paralel bir şekilde yürüdü. Emec’in altından geçti ve Kudeyd’i geçtikten sonra yola paralel devam etti. Sonra buradan da devam ettiler ve Harrar’a girdiler. Sonra Seniyyetül-Merre yolundan ve sonra da Likfa’dan geçtiler. Sonra onları Medlecetü Likfa’dan geçirdi. Bundan sonra Medlecetü Mucah’tan devam ettiler, sonra Mercih Micah’tan geçtiler, sonra Mercih Zül Gudveyn’den geçtiler. Sonra Zü Kişr vadisi aştılar. Sonra onları Cedacid ve Ecrad üzerinden götürdü. Âdâ-i Medlice Tihn vadilerinden olan Zû Selem yoluna soktu. Sonra Ababid’e, oradan Facc’ye doğru yürüdüler ve sonra Arc vadisine konakladılar. Arc vadisine vardıklarında yolu sorma ihtiyacı duydular. Orada oturanlardan biri en kestirme yolu onlara gösterdi. Ancak yolun Eslem Kabilesinden “alçaklar” lakaplı iki eşkıya tarafından tutulduğunu söyledi. Allah Rasûlü buna itibar etmeyerek yola devam etti. Karşılarına çıkan eşkıyaları İslam dinine çağırdı ve İslam’ı kabul ettiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) onlara “Şerifliler” lakabını verdi ve Medine’ye davet etti. Oradan hareket edip Rekûbe´nin sağından Seniyetü´l-Gair yoluna girdiler. Ve nihayet Ri´m vadisine indiler. Sonra da Kuba’ya geldiler.”
Misafir İngilizce konuşur.
Misafir: Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hicreti İslam medeniyetinin inşasında önemli bir aşamadır. Yesrib’in Medine’ye dönüşümünde, barış ve hoşgörüye dönüşümünde önemli bir noktadır.
Halid:
Şu an Fatıma vadisinin üzerinde uçmaktayız. Suudi Arabistan Jeolojik Taramalar Kurumuna ait bu uçağı hicret güzergâhını takip edeceğimiz önümüzdeki günlerde de kullanacağız. Kurumdaki araştırmacılardan oluşan ve Kurum başkan yardımcısı Dr. Züheyr’in başkanlığındaki bilimsel bir ekip, tarihi rivayetlerden yola çıkarak Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’den Medine’ye hicret yolunu belirlemeye çalıştılar. GPS haritası üzerinde bu yolu çizmeyi başardılar. Bu jeolojik projenin araştırmacılardan biri olan Cemal Şevvali Bey bugün bizimle birlikte, bize rehberlik edecek.
Şimdi Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in gittiği yol güzergâhı üzerinde bulunmaktayız. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh), Hizmetkârı Amr b. Füheyre ve deneyimli kılavuzları Abdullah b. Ureykıt el-Leysi, Mekke’nin kuzeyinde Mekke’ye 5 km uzaklıktaki Sevr mağarasından yola çıktıklarında, kılavuzları onları güneye doğru götürdü. Bugün Kureyş vadisi denilen yerden geçerek, Mekke’nin batı dağlarına paralel Ka’kıyye mahallesine, oradan da Şümeysi vadisine yöneldiler. Sonra Serf vadisine giden geniş ovadan geçerek, Eski Cidde-Mekke yolu üzerindeki Hudeybiye’ye ulaştılar. Sonra Hudeybiye’yi sol taraflarına alarak Fatıma vadisin yakınına geldiler. O zamanlar orada akan pınarlar, sular ve kuyular bulunmaktaydı. Sulardan içip, yanlarına aldılar.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) kafilede Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın yanında yolculuk yapıyordu. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh), tüccarlığı ve yolculuklarıyla tanınan bir adamdı. Yolda biri Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’e Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kim olduğunu sorduğunda: «Bu adam bana yol gösteriyor.» demekteydi. Soran kişi normal yol zannederken, Hazret-i Ebu Bekir hayır yolunu kastetmekteydi.
Daha sonra kafile aynı zamanda Feccü’l-Kerimi diye de anılan Seniyyet’ül-Mirar noktasına yöneldi. Burası Mekser ile Daf dağlarının arasında kalmaktadır. Her iki dağın cephesi Fatıma vadisine bakmaktadır. Burada Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i ölü veya diri ele geçirene verilecek 100 deve ödülünü almak isteyen Kureyşli atlılardan; ödül avcılarından kaçmak için gece yolculuğu yapıldığından bahsedilmektedir.
Buhari, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’den rivayetle şöyle demektedir: «Ertesi gün öğle vakti oluncaya kadar yola devam ettik. Yol kenarında dibine güneş vurmayan uzun bir kaya gördük. Yanında durduk. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e kendi ellerimle bir yer hazırlayarak üzerine aba serdim ve ona: “Uyu ya Resülallah! Ben etraftaki çerçöpü temizlerim” dedim. O da uyudu. Ben etrafı temizlemek için çıktım. Bir de ne göreyim: Bir çoban koyunlarıyla bizim kayaya doğru geliyordu. Bizim gibi gölgelenmek istiyordu. Çoban’a: “Kimin çobanısın?” dedim. “Mekke halkından birinin çobanıyım.” dedi. “Koyunlarında süt var mı?” dedim. “Var” dedi. “Sağar mısın?” dedim. “Tabii” dedi. Bir koyunu çekip aldı. “Memesini topraktan, kıldan, pislikten koru.” dedim. Bir kaba bir miktar süt sağdı. Yanımda Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in su içmesi ve abdest alması için taşıdığım bir kırba vardı. Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yanına vardım. Uyumuştu. Uyandırmak istemedim. Uyanıncaya kadar bekledim. Dibi soğusun diye suyu süte kattım. “Buyur iç ya Resülallah!” dedim. Beni memnun edinceye kadar içti. Sonra da: “Hareket vakti gelmedi mi?” diye sordu. “Evet, geldi” dedim. Ve sonra hareket ettik.
Halid:
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (radıyallahu anh)’ın bahsettiği kaya buradaydı. Bize bir kaya gözüktü. Yatsı vaktinden sonra yolculuğa buradan başladılar ve gizlenecekleri bir ağaç veya dağ olmadığından ikinci günün öğlen vaktine kadar yolculuğa devam ettiler.
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi doğuda Mekser, batıda Daf olmak üzere iki büyük dağ ve ortasında Feccü’l-Kerimi vadisinin olduğu yerden hareket ettikten sonra Beyza vadisinden geçerek Usfan’a doğru yöneldi.
- Peygamberimizin kafilesi Usfan’ı sağına alarak, Gola’ya doğru uzaklaşmaya başladı. Sonra Nigra tepesini aştı. Sonra Garran köyünü, ardından bugün Huleys adıyla bilinen Emec’i geçti. Kafile, Huleys yakınlarındaki Hamdan dağının yakınlarında mola verdi. Dağın yakınlarında Nigra bölgesi yer almaktaydı. Daha sonra kafile, Büyük Huleys vadisini ve sonra geniş Huleys ovasını geçerek ilerledi. Nigra tepesi, Nigra kayalıkları ile Seniyye kayalıkları arasındaki Ucaniyye köyünün kuzey doğusunda yer almaktadır. Kadid ovasına açılan bölgedeki tek geçittir. Kayalık bölgenin ve volkanik kalıntıların başlangıç noktasıdır. Aynı zamanda kafileler için en kolay ve güvenli güzergâhın yol ayrımıdır.
Ahmet, İbn-i Mesud’dan şöyle rivayet etmektedir: «Genç bir delikanlıydım. Mekke’de Ukbe b. Ebi Muayt’ın koyunlarına çobanlık yapıyordum. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) geldiler. Müşriklerden kaçıyorlardı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Bize içireceğin sütün var mı delikanlı.” diye sordu. “Ben emanetçiyim, size süt veremem.” dedim. “Henüz yavru yapmamış bir koyunun var mı?” diye sordu. “Evet.” dedim ve koyunu getirdim. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) koyunu bağladı. Peygamber Efendimiz koyunun memesini mübarek elleri ile sıvazladı ve bir dua okudu. Koyunun memeleri anında süt ile doldu. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) içi oyuk bir kaya parçası getirdi. Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) içti, sonra bana içirdiler. Sonra Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) “Çekil, büzül” buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yanına geldim. “O söylediğin güzel sözden yani Kur’an’dan bana da öğret.” dedim. Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Sen (hakkı) öğrenebilecek bir çocuksun.” dedi. Mübarek ağzından yetmiş sure öğrendim. Hiç kimse benimle bu konuda tartışamaz.”
- Peygamber Efendimizin kafilesi, Huleys bölgesindeki deniz seviyesinden 110 m yüksekliğindeki hilal şeklinde kum yığınlarıyla örtülü Left tepesine doğru devam etti. Sonra kafile Humeyra düzlüğü denilen üzerinde bazı ağaçların, kumların ve kum yığınlarının olduğu geniş düzlüğe indi. Left tepesi Huleys bölgesinde kafilelerin tek ve zorunlu geçiş koridoruydu. Huleys vadisinin kuzey tarafında yer almaktaydı. Siyah kayalıklı olduğundan yürüyerek geçmek oldukça zordu. Ancak bugün hilal şeklinde yoğun kumlarla kaplıdır ve geçmek mümkün değildir. Ayrıca burada sırtlan sürüsünün kafilelerin yolunu kesmesi olasıdır.
Halid:
Gördüğünüz yer kafilelerin yoludur. Yolun iki yakasında yaklaşık bir metre yüksekliğindeki duvar, yolu kum yığınlarından korumaktaydı. Emevi devletinden itibaren kafilelerin önemli geçiş yoluydu. Abbasiler döneminde daha da gelişmişti. Harun Reşit ve diğer Abbasi halifeleri hac yolunu iyileştirmişlerdi. Özellikle de Harun Reşit’in eşi Zübeyde, hac yolunun iyileştirilmesi ve hac yolunda su ve hanların temini konularında büyük katkıda bulunmuştur.
Tarih boyunca hac yolu, farklı dönemlerde, her dönemin siyasi şartlarına göre değişkenlik göstermiştir. Ancak meşhur olan üç yol zaman zaman bazı değişikliklere uğrasa bile, tarih boyunca korunmuştur. Bu yollar; Irak hac yolu, Mısır hac yolu ve Şam hac yoludur.
Halid:
Muhammet Sait: “Esselamu aleyküm, Nasılsın? Nasıl binebilirim?” Bismillah. Allah Rasûlü Medine’ye hicretinde deveye böyle binerdi. Beraberinde Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, (radıyallahu anh) hizmetkârı Amr b. Füheyre ve kılavuzları vardı. Deveye binmek hiçte kolay değildir. Özellikle de çetin çöl şartlarında ve dağların arasından 420 km. yolu deve sırtında kat etmek gerçekten zordur. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) devesine bindikten sonra çöllerden geçmiş, sonrasında dağlara ulaşmış ve bu dağlardan sonra sarp ve çetin yolları aşmıştır. Bu yolların bazıları 1030 m. yüksekliklere ulaşmaktadır. Deve hayvanı, tüm bu zor yol şartlarına katlanabilecek ve çetin yerlere çıkabilecek şekilde yaratılmıştır.
İşte deve ve işte deveye binme yöntemi. Aslında deveye, ata biner gibi binemeyiz. Deveye binmek zor ve meşakkatlidir. Ancak deve, çok sabırlıdır ve çölde yolculuğa alışkındır. Devenin ayağı yaklaşık insan avucu kadardır. Az miktarda suyla uzun mesafeler kat edebilmektedir.
- Sonra Peygamber Efendimizin kafilesi, şu meşhur hikâyenin geçtiği Efendimizi konuk eden Ümmü Ma’bed’in çadırının olduğu Kadid vadisinden geçmiştir.
Medine yolunda Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Huzaa kabilesinin yerleşim bölgesi olan Kadid vadisinde Ümmü Ma’bed’e uğradı. O, Hûneys b. Halid el-Huzai’nin kız kardeşiydi. Sahabe Halid el-Huzai bu olayı şöyle rivayet etmektedir:
«Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahu anh) ve azatlı kölesi Âmir b. Füheyr ve kılavuzları Abdullah b. Üraykıt el-Leysî rehberliğinde Mekke’den Medine’ye hicret ederken yolda Ümmü Ma’bed el-Huzai’nin çadırına uğradı.
Ümmü Ma’bed, yaşlı, güçlü ve akıllı bir kadındı. Çadırının ortasında oturur, yoldan geçerken kendisine uğrayanları ağırlardı. Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve arkadaşları oraya gelince kendisinden et ve hurma satın almak istediler. Ancak hiçbir şeyi yoktu. Kavminin azığı tükenmişti. Zira o sene bölgede açlık ve kıtlık vardı. Bu arada Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem) çadırın bir köşesinde oturmakta olan bir koyun gördü. Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Ma’bed’in annesi, bu koyuna ne diyorsun?” diye sordu. Ümmü Ma’bed:
“Bu zavallı koyun zayıf ve çelimsiz olduğu için başka koyunlarla beraber otlamaya gidemedi.” diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Acaba bu süt verebilir mi?” diye sordu. Ümmü Ma’bed:
“Süt vermeyecek kadar zayıf ve halsizdir” dedi. Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Benim bunun sütünü sağmama izin verir misin?” diye sordu. Kadın dedi ki:
“Annem-babam size feda olsun. Eğer onda birazcık süt bile varsa memnuniyetle sağabilirsiniz.” dedi.
Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem) koyunu yanına getirtti. Allah’ın adını anarak memelerine mübarek elini sürdü ve Allah’a dua etti. Koyun, süt vermek için ayaklarını açtı ve süt vermeye başladı. Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem) birkaç kişiyi doyuracak büyüklükte bir kova getirtti. Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem) çokça süt sağdı. Bu sütten önce Ümmü Mâ’bed’e içirdi ve o doydu. Sonra Rasûlüllah sütü arkadaşlarına verdi ve onlar da doydular. En sonunda kendi içti. Sonra sütten herkes içti ve iyice doydular. Sonra kovayı ikinci kez sütle doldurdu ve Ümmü Ma’bed’e bıraktı. Sonra içtikleri sütün ücretini ödediler ve oradan ayrıldılar”.
Az sonra Ümmü Mâ’bed’in kocası Ebu Ma’bed, zayıflıktan yürümekte zorluk çeken sıska ve çelimsiz keçileriyle birlikte kuşluk vakti çadıra döndü. Çadırda sütle dolu bir kova görünce şaşakaldı ve karısına sordu:
“Mâ’bed’in annesi bu süt nerden geldi? Şuradaki koyun çiftleşip yavrulamış değil, yakın zamanda merada otlamış da değil ve evde süt veren koyunumuz da yok!”
Ümmü Ma’bed dedi ki:
“Vallahi bir mübarek zat buradan geçti.” Bundan sonra bütün olayı anlattı.
Kocası, bu zatın eşkâlinin ne olduğunu sordu. Kadın dedi ki:
“Bu adam güzel görünümlü, parlak yüzlü ve güzel ahlaklı biriydi. Ne şişmandı ne de zayıftı, yakışıklıydı, siyah derin gözleri vardı ve kirpikleri uzundu. Gür sesliydi, boynu uzun ve sakalı gürdü. Kaşlarının ucu ince ve zarifti ve kaşlarının arasında hafif kıllar vardı. Konuşurken dik ve hâkim dururdu. Güzel görünümlüydü. Uzaktan da yakından da hoş görünmekteydi. Tatlı dilliydi. Ne çok konuşkandı ne de az. İnci gibi tane tane konuşurdu. Ne çok uzun ne de kısaydı. Yeterli boydaydı. İki dal arasından sıyrılmış dal gibiydi. Üç arkadaş arasında en güzel görünümlü ve en yakışıklı olanıydı. Yoldaşları etrafında pervane gibiydiler. Sözlerine kulak kesiliyor ve isteklerini derhal yerine getiriyorlardı. Saygın ve hizmete layıktı. Asık suratlı, ahmak ve cahil bir görüntüye sahip değildi.”
Bu tarifi dinledikten sonra Ebu Ma’bed şöyle dedi:
“Vallahi senin tarif ettiğin zât, Mekke’de Kureyşlilerin bahsettikleri kişidir. Keşke ona arkadaşlık ve yardım etmiş olsaydım. Fırsatını bulursam bunu mutlaka yapacağım.”
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ümmü Ma’bed’e Allah’tan bereket dileyerek dua etti. O da peygamberimize «Mübarek» adını verdi.
Ümmü Ma’bed (radıyallahu anha) bu olaydan sonra, hayvanlarının arttığını ve çoğalan hayvanlarından bazılarını Medine’ye götürdüğünü rivayet etmektedir.
Medine’deyken Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) yoldan geçer ve Ümmü Ma’bed’in oğlu onu tanır ve annesine:
“Anneciğim, bu adam Mübarekle birlikteydi.” der. Ümmü Ma’bed kalkarak ona yaklaşır ve sorar:
“Ey Allah’ın kulu, seninle beraber olan o adam kimdi?” Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“Onun kim olduğunu bilmiyor musun?” der.
“Hayır’ diye cevap verdikten sonra. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“O, Allah’ın peygamberidir.” diye cevap verir ve sonra onu Allah Rasûlü’nün huzuruna götürür. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ona ikramda bulunur.
Bir başka rivayete göre; “Ümmü Ma’bed, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) ile beraber Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in huzuruna varır ve ona kurutulmuş yoğurt ile bazı bedevi eşyası hediye eder. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) de ona elbise giydirir ve hediyeler ikram eder. Daha sonra Ümmü Ma’bed kocasıyla birlikte hicret ederler. Erkek kardeşi Huneys Müslüman olur ve Mekke’nin fethinde şehit olur.
Halid:
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi, daha sonra Kadid bölgesine yani kuzey doğuya doğru hareket etmiştir. Kafile, bölgenin batı tarafında yer alan Menat putunun olduğu yerden uzaklaşmaktaydı. Sonra Müşellel tepesi adıyla anılan bölgedeki tepeyi aştılar. Bu tepe, Kadid’e bakmaktaydı. Bugün Müşellel bölgesi Kadidiyye adıyla bilinmektedir. Bu tepeye çıkıp, inmek kolaydır. Halen daha tepede eski yolun izleri ve tepenin zirvesinde eskiden kalma bazı resimler ve figürler yer almaktadır. Müşellel tepesi, deniz yüzeyinden 137 m yüksekliktedir. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi bu tepeden inerek, Sa’bar ve Hamed es-Sebil vadilerine doğru yol almıştır.
Bir sonraki bölümde, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi ve yetenekli kılavuzları Abdullah b. Ureykıt’in başına hiç beklemedikleri bir şey gelecektir. Zira Beni Medlec kabilesinin ödül avcısı süvarileri, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın ölü veya diri yakalanmaları için konulan yüzer deve ödülünü kazanmak için başlattıkları takipte Efendimizin kafilesinin izini bulacaklardır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Deneyimli kılavuz Abdullah b. Ureykıt’ın, kervanların ve yolcuların bilinen yollarından kaçma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmak üzereydi. Çünkü Müdlicoğulları kabilesinden biri, uzakta bir karartı görmüştü. Araplar uzaktan gözüken bu karartının, az sayıda yolculuk yapan bir kafilenin karartısı olduğunu bilmekteydiler. Bu kişi kabilesine gelerek gördüğünü toplantı halindeki kabile meclisine anlattı. Bunun üzerine atlılardan biri hemen yola koyuldu ve ödülü alabilmek için kafileye yaklaşmayı başardı.
- Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi, Kilih vadisine doğru yol almaktaydı. Bu vadi, deniz seviyesinden 78 km yükseklikte ve 50 km’den fazla alana sahip geniş bir yerdi.
Sürâka b. Malik’in anlattığına göre: «Müdlicoğullarının mahallesinden geçtikleri sırada onlardan bir adam onu gördü. Daha sonra içlerinde kendisinin de oturduğu bir meclisteyken bu adam o meclise geldi ve Sürâka’ya:
“Ey Sürâka! Vallahi ben az önce, sahile doğru giden bir kafile karartısı gördüm. Onlar herhalde Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile Ashâbı’dır.” dedi. Sürâka, onların olduğunu anlamıştı. Ancak ona dedi ki:
“Hayır, o senin gördüğün kimseler, filân kişilerdir. Az önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük.”
Sürâka dikkat çekmemek için o mecliste bir saat daha kaldı. Sonra kalkıp evine geldi. Cariyesine, atını hazırlayıp tümseğin arkasında kendisini beklemesini söyledi. Hazırlandıktan sonra, tümseğe çıktı ve atına binerek yola koyuldu. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Ashabına yaklaştığında Sürâka’nın atı tökezlemeye başladı. Attan inerek fal oklarını çıkardı. Onlara zarar verip vermeyeceğini öğrenmek için fal oklarını çekti. İstemediği ok çıkmıştı. Yani onlara zarar veremeyecekti. Buna rağmen, yine yoluna devamda ısrar etti. Nihayet öyle yaklaşmıştı ki Rasûlüllah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in okuduğu duayı bile işitiyordu. O sırada Süraka’nın atının ön iki ayağı dizlerine kadar toprağa gömüldü. Attan indi ve atın ayaklarını gömüldüğü yerden kurtarıp ayağa kaldırdı. Atın ayaklarının çıktığı yerden fırtına gibi bir duman yükseldi. Bu olayı gördükten sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e ulaşmanın engellendiğini ve fal oklarında da çıktığı gibi başarısız olacağını anladı. Arkalarından bağırarak emân diledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi durdu. Sürâka atına binerek yanlarına vardı. Bu engellemelere maruz kaldıktan sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in doğruluğu kalbine yerleşmişti. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i başına ödül konduğundan ve diğer konulardan haberdar etti. Giyecek ve yiyecek ne isterlerse verebileceği teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ondan yalnızca bu olayı gizlemesini ve başka bir şey istemediğini belirtti. Sürâka, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’den kendisine Emannâme vermesini talep etti. O da Amr b. Füheyre’ye bir Emanname yazmasını emretti. Amr b. Füheyre Emannâme’yi bir deri parçası üzerine yazdıktan sonra, yollarına devam ettiler.
Halid:
Müdlicoğulları iz sürme konusunda tanınmışlardı. Araplar, onların en iyi iz sürücüleri olduklarını biliyorlardı. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in başına konan ödülü de yine onlardan birisi almak istiyordu. Ancak istenilen bu ödül, Süraka b. Malik’in hidayete ermesine neden oldu. Zira atının ayakları toprağa gömüldüğünde, bunun bir mucize olduğunu anlamış ve Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’den Emanname istemiştir. Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Sürâka’yı Kisrâ’nın takılarıyla müjdelemiş ve bu mucize gerçekleşmiştir. İbn-i Hacer, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Süraka b. Malik’e: «Kisra’nın takılarını üzerinde görür gibi oluyorum.» dediğini rivayet etmektedir. Hazret-i Ömer, Kisra’nın, kürkü, takıları ve tacını getirildiğinde, Süraka’yı çağırarak bunları ona giydirmiştir.
Misafir: (Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in başına bir şey gelmesinden çok korkuyordu. Kendisi için bu kadar endişe etmiyordu. Hicret sırasında yolda ilerlerken bazen Peygamberimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) önünde ve bazen arkasında gidiyordu. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu durumu sorduğunda Hazret-i Ebu Bekir cevaben: «Ey Allah’ın Rasûlü, insanların bizi aradıkları ve öldürmek istedikleri aklıma geldiğinde sizi korumak için arkanızdan geliyorum, bir tuzağın bizi bekleme olasılığını düşündüğümde ise önünüze geçiyorum.» dedi. İşte bu söz, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın ne kadar samimi olduğunu gözler önüne sermektedir.)
Daha sonra Vebriyye bölgesinde bulunan Vebre tepesine tırmandılar. Bu tepe, deniz seviyesinden 49 m yükseklikte alçak bir tepedir.
Tarihçilere göre, onlar Cuhfe’ye ulaştıklarında orada bir deve sürüsü gördüler. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Bu develer kimindir?” diye sordu.
“Eslem kabilesinden bir adamın.” dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) iyimser bir ifadeyle Hazret-i Ebu Bekir’e (radıyallahu anh):
“İnşallah İslam olur.” dedi. Çobana adını sordu. “Mesut” diye cevap verdi. Yine iyimser bir ifadeyle Hazret-i Ebu Bekir’e: “İnşallah Mesut olur.” dedi.
Bu arada kafileden biri geride kalmıştı. Onu beklerken develerin sahibi geldi (Evs b. Abdurrahman b. Abdullah b. Hacer el-Eslami) ve ikisine bir erkek deve verdi. Kölesi Mesut’tan onlara yolu göstermesini ve işleri bitmeden geri dönmemesini istedi. Mesut, onları Medine’ye kadar ulaştırdıktan sonra geri döndü. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mesut’tan, efendisine vardığında devesini boynundaki işarete göre isimlendirmesini söylemesini istedi.
Halid:
Gadir-i Hum..
Peygamber Efendimizin kafilesi Cuhfe’yi solda bırakarak Cuhfe mikatını aştıktan sonra Gadir-i Hum’a indiler. Önceleri zengin akarsuların bulunduğu bu yerdeki çoğu su kaynakları kurumuş ve yalnızca çok azı günümüze kadar ulaşmıştır.
Daha sonra kafile, Merr-i Zahr’ın el-Hanik vadisiyle buluştuğu yere inmiştir. Merr-i Zahr’ın bitimindeki kuyulardan Peygamber Efendimizin kafilesi susuzluğunu gidermiştir.
- Daha sonra Peygamber Efendimizin kafilesi, Abayrak tepesini aştı. Sol taraflarında Hakkâk köyü bulunmaktaydı. Ebrak tepesinin, hicret yolunda adı geçen Merrar tepesi olma ihtimali vardır. Bu tepe, deniz seviyesinden 117 m yüksekliktedir. Sonra Buhayra vadisini geçerek yollarına devam ettiler. Sağlarında «Cezib Garra» adı verilen uzun bir dağ vardı. Sonra Nuyba’ köyünü sağ taraflarında bırakarak Nuyba’ vadisini aştılar. Buranın suları ve ekili alanları boldu. Sonra Sad vadisini, ardından «El-Hams» adı verilen büyük vadiyi aştılar. Rey-i Herşa’dan geçen yoldan uzaklaştılar. Bu yoldan Medine’ye ulaşmak kolaydır. Ancak tepeleri ve tehlikelerle dolu geçitleri vardır. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu yolu fetihlerde, akınlarda ve güvenlik sağlandıktan sonra Mekke’ye umre için gittiğinde kullanmıştır. Yol, yine de uzundur.
Hicret kafilesi, Gamim’de o zamanlar kavminin lideri olan Büreyde b. el-Hasib el-Eslemi ile karşılaştı. Büreyde de Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’den her birinin ölü veya diri yakalanması karşılığı Kureyş kabilesinin vereceği 100 deve ödülü kazanmak için onları aramaktaydı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Büreyde ile karşılaştıktan ve ona İslam’ı anlattıktan sonra Müslüman oldu. Ayrıca kavmine bağlı seksenden fazla hane halkı da Müslüman oldular. Büreyde o geceyi Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile birlikte geçirdi. Sabah olduğunda Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e: «Ey Allah’ın Rasûlü Medine’ye sancaksız girmeyin.» dedi. Akabinde sarığını alarak bir mızrağın ucuna bağladı ve Medine’ye girinceye kadar bu sancağı iki eliyle tuttu.
Misafir: (Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), «Ebu Abdullah» künyesiyle tanınan Büreyde b. el-Huseyb el-Eslemi (radıyallahu anh)’ın kavmiyle hicret yolunda karşılaştı. Ona İslam dinine girmesini teklif etti ve o da kabul etti. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Büreyde’nin (serincik anlamına gelen) adını duyduğunda Hazret-i Ebu Bekir’e dönerek: «İçimiz serinledi, hoş oldu» buyurdu. Efendimiz: «Sen kimlerdensin?» diye sordu. «Eslem kabilesinden» diye cevap verdi. O da Efendimize (sallallâhü aleyhi ve sellem): «Ya sen kimsin?» diye sordu. Peygamber Efendimiz: «Allah’ın Rasûlü Muhammed» diye cevap verince Büreyde, İslam dinini kabul etti. Onunla birlikte kavminden 80 hane Müslüman oldu. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem): «Allah’a hamdolsun ki Sehm oğulları zorla değil, kendi istekleriyle Müslüman oldular» dedi ve onlara son akşam namazını kıldırdı).
Bu yoldan Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) kafilesi ile geçerken koyun otlatan bir çoban köleyle karşılaşır. Ondan yiyecek bir şeyler istediklerinde koyunlarının süt vermediğini, yalnızca bir koyunun süt verdiğini onun da yakın zamanda sütünün kesildiğini söyledi. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ondan müsaade istedikten sonra koyunun memesine dokundu ve süt sağmaya başladı. Herkes o sütten içti. Bunu gören çoban Müslüman oldu ve Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i takip ederek Medine’ye gitmek istedi. Ancak Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ondan adının duyulmasından yani gücünün yayılmasından sonra Medine’ye gelmesini istedi.
- Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi Hams vadisinden, güneyden tırmanması zor olan, ancak inmesi kolay olan Kuseyr tepesine doğru yöneldi. Bu tepe, deniz seviyesinden 133 m yüksekliktedir. Daha sonra kafile Temen adlı geniş ovadan geçerek, deniz seviyesinden 243 m yükseklikteki Uveykır bölgesindeki tepeyi geçti. Bu tepeye tırmanması da inmesi de kolaydır ve Temen ovasına açılmaktadır. Tepede eskiden kalma grafitiler bulunmaktadır.
- Daha sonra kafile Uveykır bölgesinden büyük Nahl vadisine doğru ilerledi. Bu vadinin suları Lakf vadisinin sularına karışmaktadır. Her iki vadinin suları daha sonra Kaha vadisine, oradan da Ebva vadisine doğru akmaktadırlar. Başka yol olmadığından, bu yoldan sapmak mümkün değildir.
- Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi daha sonra Lakf vadisindeki deniz seviyesinden 199 m yükseklikteki birinci tepeyi, ardından 191 m yüksekliğindeki ikinci tepeyi aştı. Bu ikinci tepe Mecac vadisi ve küçük tepeciklerle kesişmektedir. Daha sonra kafile, deniz seviyesinden 240 m yükseklikteki Mecac tepesini aştı.
- Sonra kafile, Ümmü Keşd isimli yüksek olmayan küçük bir tepeden geçti. Buradaki bazı kayaların üzerinde eski grafitiler ve yazılar bulunmaktadır. Kafile oradan, Ümmü Keşd vadisine indi. Bu vadi, Bostan mezrasının yanındaki Sakib vadisiyle buluşmaktadır. Deniz seviyesinden yüksekliği ise 206 m’dir.
- Siyer kitaplarında adı «Ecred» şeklinde geçen Ecrid vadisine doğru ilerlediler ve bu vadiyle Seleme vadisinin kesiştiği yol ayrımına geldiler. Buranın deniz seviyesinden yüksekliği 189 m’dir. Sonra tırmanması ve inmesi zor olan Seleme tepesini aşarak, Ta’han küme tepelerine doğu indiler. Sonra Ta’han vadisini geçerek kuzey batıya yöneldiler. O zamanlar oradaki Sakya pınarının suyundan içtiler. Bu pınarın kalıntıları günümüze kadar ulaşmıştır. Seleme tepesi hicret yolundaki en yüksek tepedir. Seleme küme tepecikleriyle başlar ve Medlece’yle son bulur.
Halid:
İşte burası Seleme tepesidir. Burası dağlar arasından geçen Medlece yolu diye bilinen dar bir yoldur. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu yoldan ilerleyerek tepenin çıkış yerine ulaşmıştır. Çıkış yoluna bakacak olursak, bu tepeye tırmanmanın ne kadar zor olduğunu görebiliriz. Yine burada o dönemden veya daha öncesinden kalma bazı grafitiler görebiliriz. Örneğin bu grafitin yaşı arkeologlarca bilinmektedir. Buraya tırmanmak için bir helikoptere ihtiyacımız var. Çünkü 45 derecelik bir eğimle sarp ve çetin çıkışı olan bu yere helikoptersiz çıkamayız. Ancak tüm bu çetin şartlara rağmen Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh), Amr b. Füheyre ve kılavuzları buraya çıkmayı başarmışlardır.
Misafir İngilizce konuşur.
- Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi, Meliha vadisini ve Had havzasını geçerek Gusrayane’ye yöneldi. Haşub dağını sağına alarak Face vadisine yöneldiler ve o gece orada konakladılar.
Gusrayana, Diğer adı Ababid, Ta’han vadisinin kuzeyinde yer almaktadır. Bol ağaçlı bir bölgedir. Yakınında akarsu bulunmaktadır. Bu akarsu Kaha vadisindekinden farklı bir akarsudur. Eskiden burası pınarlarıyla zengin bir bölgeydi.
Burası Ka’ vadisidir. İçinde Tulub kuyusu bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) yolculuğu sırasında buradan geçerken Tulub kuyusundan su içmiştir. Sonrasında Feyd tepesi, ardından Ukankıl tepesi ve sonrasında Gar tepesi gelmektedir. Bu yol, aynı zamanda Medine’ye giden hacıların güzergâhıdır. Burada çok sayıda ağaç yer almaktadır. Şu an ilkbaharın başındayız. Kuruyan ağaçlar olabilmektedir ve bunlar odun olarak kullanılmaktadır. Sonrasında kafile Avf dağının eteklerinden Kaha vadisine paralel olarak ilerleyerek Tulub kuyusuna doğru yöneldi. Bu kuyudan su içmişlerdi. Ancak bugün kuyu neredeyse toprakla kapanmış vaziyettedir.
- Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi daha sonra bu vadiden kuzeye doğru ilerleyerek birçok vadiyi aştılar. Sonrasında Hufat ve Tenadub bölgelerinin kesişme noktasına vardılar. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Medine’ye doğru ilerlerken bu bölgede Zübeyr b. Avvam’ın Şam’dan gelen ve Müslümanlardan oluşan ticaret kervanıyla karşılaşır. Zübeyr, Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’e beyaz kıyafetler giydirdi. Yine Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Şam’dan dönmekte olan Talha b. Ubeydullah’la karşılaşır. O da Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’e bazı kıyafetler hediye etti.
Kafile, Medine’ye daha kısa yoldan varmak için Feyd tepesine tırmandı. Bu tepeye çıkmak kolaydır. Tepe’de koyunların ve hayvanların geçmesi için patika yollar vardır. Yine taşların üzerinde bazı grafitiler bulunmaktadır. Bu tepenin deniz seviyesinden yüksekliği 502 m’dir. Daha sonra Kafile, Yed’a bölgesine inerek, kuzey doğuya doğru Ukankıl adındaki bir başka tepeye yöneldi.
Halid:
Ukankıl tepesi, Feyd tepesinden çokta uzak değildir. Çok sert kayalar arasından geçen dolambaçlı patika yolları vardır. Çok yüksek değildir ve mesafeyi kısaltmaktadır. Kafile ve yayaların geçebileceği yolları vardır. Deniz seviyesinden yüksekliği 728 m’dir.
Misafir: (Bu hicret, büyük bir dönüşümü beraberinde getirmiştir. Zira Hicretle birlikte İslam dini, Mekke’de haksızlığa uğramış, imanı güçlü az bir zümrenin dini olmanın da ötesine geçmiştir. İslam dini Mekke’de yalnızlaştırılmıştı. Müslüman olanlardan güç sahibi veya himaye edilenlerin dışındakiler Mekke’de işkenceye maruz kalmaktaydılar. Allah Teâlâ, Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in sığınağı olacak bu mübarek topraklara Müslümanların hicret etmelerini istediğinde, Allah Rasûlü bu topraklara gelerek gücünü ve egemenliğini ilan etti. Evs ve Hazrec kabilelerine ait bütün evlere İslam dini girdikten sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Medine’ye girdi.
- Kafile yoluna devam ederken sağda Huzeym dağları, solda Melih dağı yer almaktaydı. Sonra Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi Halaka vadisini geçerek, Rukube (Ğair) tepesine ulaştı. Bu tepe, hicret yolundaki en çetin tepedir. Burada horlanmış iki eşkıyanın Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yolunu kesmeleri, sonra Müslüman olmaları ve Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in onlara «Onurlandırılmışlar» adını vermesi olayı yaşanmıştır.
Halid:
Ğair tepesi, Hicret yolculuğunda bahsi geçmektedir. İkisiyle beraber Ğair tepesinin yoluna koyuldular. Sağda Rukube, diğer adıyla Ğair tepesi yer almaktaydı. Halen daha bu adla anılmaktadır. Bu gün kullanılmayan eski ve çetin bir yol üzerinde bulunmaktadır. Batıda Varkan ve doğuda Kudüs dağlarının arasında yer almaktadır. Develer buraya tırmandığında binicileri inmek zorunda kalırdı ve çoğu zaman develer yuvarlanarak sakatlanır veya ölürlerdi. Şu an bizler Ğair tepesindeyiz. Vadiye uzanan bu patika yolun en alt bölgesinden Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) tepeye tırmanarak bulunduğumuz bölgeye ulaşmıştır. Bu bölgeye yürüyerek inmek yarım günü almaktadır, çıkmayı siz hesap edin artık.
- Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kafilesi yeteri kadar dinlendikten sonra, Rim vadisine doğru seyahatine devam etti. Sonra kafile Akik vadisine (Mübarek vadiye) doğru yol almaya devam etti. Bu vadi oldukça büyük bir vadidir. Öyle ki buradaki sular Yesrib vadisine akar. Efendimizin kafilesi Yesrib’e yaklaştığında, İ’ir dağını soluna alarak Kuba’daki Rihat bölgesine bağlı bir bölgeyi geçerek Kuba’ya ulaştı.
- Misafir İngilizce konuşur.
- Misafir (Bütün bunların sebebi şudur ki, siyasi rejim herkesi hizmetkârlar ve hayvanlar dâhil her kesimi korumak ve kollamak zorundadır.)
Ensar’ın Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i karşılaması:
Ensar, bugün Musbih mescidi olarak bilinen Kuba’ya yakın yerde Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i karşılamışlardır.
Medine’deki Müslümanlar Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Mekke’den çıktığını duyduktan sonra her gün bu yere gelerek öğlen sıcağına kadar beklerlerdi. Yine bir gün uzun bekleyişin ardından evlerine döndüklerinde, bir iş için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi uzakta Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i ve Ashabını bir serap bulutu şeklinde görür. Kendisini tutamayarak olabildiğince yüksek sesle: «Ey Arap topluluğu, beklediğiniz atanız geliyor.» diye haykırır. Müslümanlar hemen silahlanarak o tarafa doğru koşarak Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i bölgenin sırtlarında karşılarlar. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) onları da yanına alarak sağa doğru devam etti ve Amr b. Avf’ın oğullarından birinin evine vardı. Aylardan Rabiülevvel, günlerden Pazartesi idi. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) insanların karşısında ayakta dururken Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) suskunluğunu koruyarak oturdu. Ensar’dan haberi alan oraya toplanmaya başladı. Allah Rasûlünü fark edemeyen Ensar Hazret-i Ebu Bekir’le selamlaşmaya başladılar. Güneş Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i rahatsız etmeye başladığında Hazret-i Ebu Bekir cübbesini çıkararak ona gölge yaptı. O zaman insanlar Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i tanıyabildiler. Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Amr b. Avf’ın oğullarının evinde dört gün konakladı. Bu sırada Takva üzerine kurulmuş olan Kuba mescidini inşa etti ve sonrasında yola koyuldu.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Amr b. Avf (radıyallahu anh)’ın oğullarının evinde Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kaldı. Bu arada mescidini inşa etti. Sonra Cuma günü Kuba’dan ayrıldı. Cuma namazı vakti geldiğinde Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Salim b. Avf oğullarının bulunduğu bölgeye ulaşmıştı. Cuma nazmını Ranuna vadisinin göbeğindeki bir mescitte kıldı. Bu, Medine’de kıldığı ilk Cuma namazıydı. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu mescidi Amr b. Avr’un oğulları için kurmuş oldu ve sonra Medine’ye geçti. İbn-i Ebi Hayseme der ki: «Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kuba mescidinin kıblesine ilk taşı koyan kişidir. Sonra Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) gelerek bir taş koydu, sonra Ömer (radıyallahu anh) geldi ve o da bir taş koydu ve sonrasında insanlar Mescidi yapmaya başladılar.»
Şumus bint Numan şöyle demektedir: «Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kuba mescidini inşa ettiğinde bir taşı karnına yaslayarak getirdi ve yere koydu. Arkasından bir adam gelip onu ordan almak istedi ancak yapamadı. Allah Rasûlü de ona o taşı bırakmasını ve başka taş almasını emretti.»
Misafir: (Hicret, İslam tarihinin başlangıcıdır. Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) hicreti tarihin başlangıcı seçme konusunda hataya düşmemiştir. Her ne kadar vahyin inmesi, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in doğumu, Mekke’nin fethi ve Bedir savaşı gibi çok önemli olaylar cereyan etmişse de Hicreti seçmesi doğru bir karardır. Çünkü hicret, bir devletin kurulması, yani İslam’ın yalnız bir davet olmaktan çıkıp tarihin akışını değiştiren bir siyaset dönemine girmesi demektir.)
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Amr b. Avf (radıyallahu anh)’ın oğullarının evinde Pazartesi’den Perşembe gününe kadar kaldı. Bu esnada mescidini inşa etti. Sonra Cuma günü Kuba’dan ayrıldı. Cuma namazı vakti geldiğinde Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Salim b. Avf oğullarının bulunduğu bölgeye ulaşmıştı. Cuma nazmını Ranuna vadisinin göbeğindeki bir mescitte kıldı. Bu, Medine’de kıldığı ilk Cuma namazıydı.
Misafir: (Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hicretinden sonra Müslümanlar ve Yahudiler Medine’de barış içerisinde yaşamışlardır. Dünyadaki ilk Anayasa «Medine Belgesi» adıyla Medine’de yazılmıştır. Diyalogun, barışın ve hoşgörünün tesisi açısından bu belge büyük önem arz etmektedir. Anayasal fikrin öncüsü kabul edilen bu önemli belge, toplumda çeşitliliği yazılı olarak düzenlemekte ve toplumun çeşitliliğini kabul etmektedir. Bu sahife toplumun bileşenlerine Muhacirler ve Ensar’dan başlayarak boy boy değinmiş, Yahudi grupları veya kabileleri tek tek belirterek, ayırım yapmadan aynı millet içerisinde kabul etmiştir.)
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kuba’da bir müddet kaldıktan sonra Medine’ye girmek istediğinde: «Ensar’a haber gönderdi. Onlar da Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın yanına gelerek onlara selam verdiler. Bizimle güven içerisinde ve saygıya şayan olarak bineklerinize bininiz.» dediler. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahu anh) bineklere bindiler, onlar da silahlı olarak arkalarından yürüyerek yola koyuldular.
Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Medine’ye vardığında Medine halkı: «Allah’ın peygamberi geldi! Allah’ın peygamberi geldi!» diye haykırmaya başladılar. Kalabalıklar halinde ona bakarak, «Allah’ın peygamberi geldi! Allah’ın peygamberi geldi!» diye tekrar etmeye başladılar. İmam Müslim şöyle rivayet etmektedir: «Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Medine’ye girdiğinde, kadınlar ve erkekler evlerinin damlarına çıktılar ve o yoldayken, «Ey Muhammed! Ey Allah’ın Rasûlü! Ey Muhammed! Ey Allah’ın Rasûlü!» diyerek seslenmeye başladılar.
O gün büyük bir mutluluk ve kutlama günüydü. Medine daha önce böylesi bir gün yaşamamıştı. İnsanlar sanki bayrammış gibi en güzel kıyafetlerini giydiler. Gerçekten de bir bayram günüydü. Çünkü İslam dini Mekke’deki dar çerçeveden Medine’de, bu mübarek topraklarda yayılma ve genişleme dönemine geçmiş ve buradan da yeryüzünün diğer bölgelerine dağılmaya başlamıştı. Medine halkı Allah’ın kendilerine ihsan ettiği bu faziletin ve onurun farkındaydılar. Zira memleketleri Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i ve muhacir Ashâbına kol kanat germiş ve İslam’ı korumuştur. O nedenle Medine halkı sokaklara dökülerek sevinç ve mutluluk içerisinde sevgi gösterisinde bulunuyor ve «Ey Allah’ın Rasûlü! Ey Muhammed! Ey Allah’ın Rasûlü!» sözlerini tekrar ediyorlardı. O gün Medine’nin kızları ve erkekleri şu tarihi ezgiyi söylediler:
Ay doğdu üzerimize
Veda tepesinden
Şükür gerekti bizlere
Allah’a davetinden
Ey bizden seçilen elçi
Yüce bir davetle geldin
Geldin ve Medine’ye şeref verdin
Ey sevgili hoş geldin
İnsanlık tarihinde benzeri görülmemiş bu kalabalık karşılamadan sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) yoluna devam ederek Ebu Eyyub el-Ensari (radıyallahu anh)’ın evinde konakladı. Enes (radıyallahu anh) hicretten uzunca bahsederken şu rivayette bulunmuştur: «Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) yoluna devam etti ve Ebu Eyyub el-Ensari’nin evinin yakınında durdu. Oradaki ahaliyle konuşmak istedi. O sırada hurma ağacının üzerinde akrabalarına yaş hurma toplamakta olan Abdullah b. Selam (radıyallahu anh) onun geldiğini duydu ve işini çabucak bitirerek elinde hurmalarla Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in olduğu yere geldi. Allah Rasûlü sallallâhü aleyhi ve sellem)’i dinledikten sonra ailesinin yanına döndü. Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Akrabalarınızdan hangisin evi daha yakındır?” diye sordu. Ebu Eyyub:
“Benim evim ya Rasûlullah, bu evim bu da kapısı.” diye cevap verdi. O da:
“Git ve bizi kabul için yer hazırla.” dedi. Sonra Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) mescidini ve evini yapıncaya kadar Ebu Eyyub’un evinde konakladı.
Böylece Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ve Ashâbının hicreti tamamlanmış oldu.
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Medine’ye sağ salim ulaşması, zorluklar, mücadeleler ve yorgunlukların olduğu yeni bir dönemin başlangıcıydı. Çünkü o; terk ettiği Kureyş kabilesinin ve geleceğinin en büyük tehdidi haline gelmişti. Ayrıca gelecek olan peygamberin kendilerinden olması ve yeryüzüne hakim olması gerektiğine inanan Medine Yahudileri Kureyş kabilesiyle anlaşarak Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e karşı komplo hazırlığına girmişlerdi. Bu arada Medine’deki yeni devlet, «Medine belgesi» adı altında tarihte ilk yazılı sivil anayasayı hazırlayarak insanlık medeniyetini kurmaya başlamıştı. Bu belge, Medine’de yaşayan Müslümanlar, Müşrikler ve Yahudilerin bir devlet içerisindeki tüm vatandaşlık haklarını güvence altına almaktaydı. Kureyşliler ve Medine Yahudileri, Medine’ye karşı başlattıkları savaşı kaybettiler. Böylece Allah Rasûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) tüm Arap yarımadasında hâkim olacak bir İnsanlık Medeniyetini 10 yıl zarfında kurmuş oldu. Bu sayede İslam ümmeti, iman, takva, iyilik ve adalet temelleri üzerine inşa edilmiş mükemmel bir insanlık medeniyetini tesis etmeyi başardı. Bu medeniyet, zamanın en güçlü devletleri olan Pers ve Roma devletlerini yenmeyi başardı. Hicri birinci yüzyılın sonunda İslam uygarlığının sınırları batıda Endülüs’e, doğuda ise Çin’e kadar uzandı.
Tüm bu gelişmelerin asıl nedeni ve başlangıcı, Mekke’den Medine’ye yapılan bu mübarek hicrettir. O nedenle “Tarihin Seyrini Değiştiren Hicret” olarak anılmalıdır.